9 Ekim 2009 Cuma

Karşı Yakanın Roman Kahramanları

Çok bekledik. Yazıya direk bekledik diyerek başlamam bile aslında ne kadar iştahla beklediğimizin bir göstergesi. En son Mayıs'ta Ghetto Konseri'ne gitmiştim Redd'in. Yanlış hatırlamıyorsam 21 çıkalı daha bir ay olmamıştı. Benim Türkiye'de yapılan müzikle ilgili umutlarımın zirve yapmasına sebep olan, içinde sanki Dark Side of The Moon dinler gibi kaybolduğum bir albümdü 21. İyimser ama hayatın gerçeklerini bilen, gene de dünyaya yaşamak için bakan sıradan insanların hikayesiydi 21.
Konsere geri dönersek İzmir'de tatildeyden gideceğimin belli olduğu bir konserdi Redd'in ilk Babylon macerası. 2009 yazında da iz bırakmıştı benim açımdan Redd. Belki de ilk kez yaz ayı içinde yerli bir grubun konserini bekledim.
İlk başta konser ekibi oldukça kalabalıktı. Sonra Denizcan ve benden oluşan çekirdek kadro kaldı. Önce biralar içildi. Konserin görece erken başlaması kafamızın "güzellik" seviyesinin yükselmesini biraz engelledi ama gene de rutin yerine getirilmiş oldu. Her konserden önce yolda yaşadığımız "abi acaba başlamış mıdır?" hissiyatları da bu rutinin parçasıydı.
Babylon'a geldiğimizde kapıda Redd konserlerinin müdavimleriyle ilk ufak çaplı muhabbetten sonra içeri girdik. Babylon kitlesi gene timing'ini göstererek Babylon'u konser başlamadan 10 dakika önce doldurdu.
Ve Çığlık ile başladı Babylon'da yolculuğumuz. Vücutta hareketlenmeler, yavaş yavaş mekandan soyutlanma ile dinledik Çığlık'ı. Artık 21 ile beraberdik. Karşımda beni anlayan daha doğrusu benim gibi dünyaya bakan Redd çalarken çok kolaylıkla kendimi bıraktığımı hissettim. Evet aklımda ne nasıl çalıyorlar diye düşünmek vardı ne de acaba şu şarkıyı çalarlar mı düşüncesi. Sadece dinliyordum. Bu arada özellikle ilk 3 şarkıda metronomdaki hızlılık dikkatimi çekmişti. Heralde onlar da konserin akıcılığına kapılmışlardı.
Konser ilerledikçe ilk dikkat çekici durum Doğan'ın çok mantıklı, anlaşılabilir konuşmalarıydı. Bu arada konuşmaktan bahsettiğim sadece konserlerde şarkı araları konuşmaları bunu belirtmem gerek. Genelde zihinde bir çok soru işareti uyandıran konuşmaların yerini içine espri dahi katılan konuşmalar almıştı. Üstelik konser kitlesini bile hareketlendirmişti.
Şarkılar ilerledikçe biraz daha oturmuştu şarkıların metronomları. İlk kez Redd ile çalan Deniz'in de yüksek performansı (Artık Melek Değilim hariç :) bu uyumu hızlandıran bir etkendi.
Sıra Boşver'e geldiğinde dinleyicilerin neredeyse hepsinin istemesi, üstelik kadınların daha fazla, beni şaşırtmıştı. Kadınlar üzerine düşünmeyi seven birisi olarak bunun üstüne düşünmeye karar verdim. Aklımdan her zaman geçen Boşver'de anlatılan gecenin bir erkeğin ütopyası olduğu yönündeydi. Acaba kadınlar için de mi tek gecelik ilşkiler modern toplumda kıymete binmişti? Yoksa artık kadınlar da mı yenilmişti tek gecenin "kısalığına"?
Konserin ikinci bölümünde seyirci ile Redd arasındaki ilişki artık tek kelimeyle dostane kategorisindeydi. Birçok grubun konserinde kendiliğinden olabilecek bir durum gibi algılanabilir ama Redd gibi kitlesi "iyi ile kötüyü daha bir ayırt eden" kitlenin gruba karşı da bütün sınırlarını kaldırması ve Doğan'ı orkestra şefi yapmsı dikkate değerdi. Bu durumda Babylon'un sıcak ortamının da eminim ki etkisi olmuştur.
Artık sonlara geldiğimizin farkındaydım. Bunu tam fark ettiğim anda içimde ufak bir kızgınlık oluştu. 12 Ekimde Hrant'ın duruşması varken Özgürlük Sırtından Vurulmuş çalmamalarına belli etmesem de kızmıştım. Politik duruşlarının olması onların sürekli mesaj vermelerini gerektirmiyordu ama tam duruşmadan önceki haftaya gelen bir konserde bu şarkının çalınmaması dokunmuştu içime.
Konserin sonuna geldiğimizde bitmemesini gerçekten istediğimi fark ettim. Mutluydum çünkü. Kendi dünyam karşımda bana sunuluyordu ve bunu yapanlar da benim gibi adamlardı. Benim dünyamı bana anlatmak için başka birisi olmalarına gerek yoktu.
Yazıyı bitirmeden konser dışında Redd hakkındaki düşüncelerimden de bahsetmek istiyorum. Blog yazmayı seviyorum ama nedense benim için özel olan konulara pek giremiyorum. Her gece en az bir hikayesini okuduğum Aziz Nesin için yazamıyorum mesela. Ya da Deep Purple konserini yazamam.
İlk albümleri olan 50-50 ile tanıdım Redd'i. Müzikal bir şeyleri anlatmayı olabilecek en "hayata dair" şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Şu anki hali için söyleyemesem de Bulutsuzluk Özlemi'nin daha insanı şekli olarak düşünmüştüm. Ama 50-50 her nedense sound olarak biraz da "maço" gözüküyordu bana. Çok soyut bir benzetme yaptım ama açıklamak gerekirse aslında maço olmasa da maço görünmeye çalışan bir erkek gibiydi benim için 50-50. Sonra Kirli Suyunda Parıltılar geldi. Artık büyümüşlerdi. Hala Aşk Var Mı derken aynı zamanda da Ne olmaya Geldim diye soruyorlardı sanki ergenliğinin son yıllarındaki bir birey gibi. Ya da zihnimdeki kadın prototipine katı yapan Prensesin Uykusu tümcesini yaratmışlardı. Bu arada Artık Melek Değilim de bir mesaj gibiydi.
Akustik albümleri olan Plastik Çiçekler ve Böcek müzikal olarak Redd'in ruhunu damıtan bir albümdü. Şarkılardaki akıp gitme isteğinni kaynağı da belki de en saf halinde olmalarıydı.
Vee 21 geldi. 21 her açıdan çok sürpriz yaşattı bana ama yaşadığım ilk sürpriz Çığlık'taki çığlığı kimin attığını öğrenmem ile oldu. En basit olarak düşünülse bile gerçekten saygı duyduğunuz bir albümün introsunda en vurucu yer olan çığlığın sahibi ile tanışmak. Büyük sürpriz!
21'i daha sonra daha detaylı anlatmak istiyorum ama Modern Adımlarla'ya da değinmem gerek. Aziz Nesin okurken, Schopenhauer'in konu kadınlar olunca sivriliğinin acısını hissederken ya da Shakespeare'in soneleri arasında kaybolurken zihnimde oluşan kadın figürüne bir katkı da Redd'den gelmişti. İlk katkı Ortaçgil'in Eylül Akşamıydı. Redd'in Modern Adımlarla'sı ise Ortaçgil'in Eylül Akşamında anlattığı "yanlış yer" düşüncesinin sorgulanması gibiydi.
Gelelim başlığa. Karşı yaka dememin sebebi hepsinin Anadolu yakasında oturması tabi ki değil. Ya da Bağdat caddesinin plastik çiçek ve böcekleri olmaları. Onlar her ne kadar içinde gibi olsalar da müzik piyasası denilen hayali gezegenin, evleri karşı tarafta. Hatta diğerlerinden de çoook uzakta. Ziyaretlerine giderseniz bulabileceğiniz türden. Kolay kolay yolunuz düşmez. Tesadüfen düşse de anlamazsınız aslında nerede olduğunuzu.
Bu yazı bahanesiyle bir duruma da açıklık getirmek istiyorum. "Abi neden bu kadar sevdiğin grubun konserine bir kızla gitmiyorsun?" türünde aldığım sorulara cevap vermem gerekli. İçimdeki şeytan fena uyandı. Günün birinde Redd dinleye(bile)n ve Taraf okuya(bile)n birisi olursa hayatımda eminim ki Redd konserlerinde yanımda olur. "Boşver" dediğinizi duyar gibiyim ama o başka mesele..

4 Ekim 2009 Pazar

Sıradan Bir Ülke İstiyorum

Sıradanlaşmak... Hayatımızı içerisinde belki de köşe bucak kaçtığımız, bizi bulmasın diye paralar akıttığımız öcü. Neler yapmayız ki sıradanlaşmamak için. Mesela sadece hayatımıza renk katsın diye bir gram ortak noktamız olmayan insanların peşinden koşarız. Ya da duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden işlerin kurslarına gidebiliriz.
Peki neden sıradan bir ülke istiyorum? Nedeni çok basit. Korkuyorum. Bir ülke için sıradan olmamanın bedelinin ağırlığından korluyorum. En çok da sıradan olmayan ülkelerde çocukların öldüklerini gördükçe korkuyorum.
Bu ülke fazla nev-i şahsına münhasır bir ülke. Uzun yıllardır çözülemeyen sorunları var bu ülkenin. İlkokul 2. sınıftan itibaren bir öğrenciye problem çözmek öğretiliyor ama bu ülke öğrenmemekte inatçı. Anlayacağınız öğrenmeye pek niyetli değil. Bunun bedeli ne mi oluyor? Bu bedelleri eğitimsiz ailenin çocukları gibi biz çekiyoruz.
30 yıldır annelerinin kuzuları olan çocuklar ölüyor. Kimisinin üzerinde askeri üniforma kimisinin üzerinde de ne olduğu belirsiz kıyafetler. İkisi de birbirlerini öldürüyor. 40.000 çocuğunu birbirine öldürten başka bir ülke var mıdır acaba? Üstelik daha birkaç yıla kadar o kadar çok övünüyordu ki akan kanın miktarıyla... Akan kanı seyretmekti bu ülkenin şahsına münhasırlıklarından bir tanesi.
Bütün çocuklarını tek tip giydirmeye çalışıyor bu ülke. Hepsinin nüfus kağıdına aynı ismi görmekten aldığı hazzı hiçbir şeye değişemiyor. Bunun için Türk yazıyor ülkenin bütün çocuklarının nüfus kağıdındaki isim hanesinde. Çocuklardan birisi Agop dedikçe evden atıyor. Welat dedikçe kafasına vuruyor. Arada bir de aile içi şiddete karşı kampanyaları var. Niyeyse?
Bu babanın çocukları da bir tuhaf oldular. Kendi başlarına güvenleri hiç yok bu çocukların. Her şeye öcü demeye bayılıyorlar. Her şeyden o kadar korkuyorlar ki korkularını meşrulaştırmak için yalan söylemeye, isimler takmaya çok meraklılar. Mezar merakları ise tartışılmaz bile. Ölüden meden umuyorlar resmi dedikleri günlerde. Oysa dinleri ölüleri rahat bırakın diyor ama onlar nedense güçleri olsa canlandıracaklar rahmetliyi.
Silah sesine karşı da fetiş derecesinde takıntıları var. Silahı görünce gözlerini silahtan alamıyorlar. Silahı tutanı ise insanüstü görmeye çok meraklılar. Sanki silah insan işi değilmiş gibi. Bir de artık öyle kolaycı olmuşlar ki silahı görünce kendilerinin seçtiklerini bile hatırlamıyorlar. Silah ile seçmenin ne ilgisi mi var ? Bilmem ki...
Bazı kelimelerden vazgeçemiyorlar. Hukuk lafının yanına devlet'i eklemeyi çok seviyorlar. Hoşlarına gidiyor hukuk dedikten sonra devleti demek. Ötesi yok ama. Önce hukuk sonra devleti diyorlar. Demokrasi mi. O kadar okları var ama hiçbiri arasında yok. Bazı kelime grupları ile de araları iyi değil mesela. Sivil siyaset dendiği zaman boş boş bakıyorlar. Askeri vesayet deyince askeri kısmını anlayıp gerisini dinlemiyorlar. Sivilleşme derseniz yüzünüze bile bakmazlar.
Geçen seneyi tamamen mahalle baskısı diye bir şeyi tartışarak geçirdiler. Hem de ne tartışmadır. Görseniz dünyanın nasıl oluştuğunu açıkladılar. Sonunda ne mi oldu? Ülkenin ülke kadar şahsına münhasır kızı taktı başına çıktı sokaklara. En son Reina denen yerin kapısında görmüşler.
Bu ülkenin bir de bazı çocukları var ki diğerleri onların ismini duyunca 3 saniyede size onlar hakkında 33 yalan söyleyebiliyor. Favori yalanlar da hazır. Amerika denen bankadan para almışlar mesela. Ya da hocanın birinden vaaz. Bunlar genelde ilk iki söylenen ama daha neler neler var. İşin tuhafı bu çocukların hepsinin ortak yönü aynı. Diğerleri gibi değiller mesela sivilleşme dediğinizde sabah kadar sizinle konuşabiliyorlar. Ya da çocuklar ölmesin dediğinizde vicdanlarındaki hassasiyeti gösteriyorlar. Öldürenden de hesap sorabilecek çocuklar bunlar. 2007'de en delikanlısını diğerleri öldürdü. Sorsam belki doğal seleksiyon bile diyen çıkardı.
Bu ülkede kıyıda köşede kalanlar nasıl mı dayanıyor bu babaya, bu babanın kopyası çocuklarına? Seviyorlar. Sebepsiz ve koşulsuz seviyorlar bu ülkeyi. Hem de gitmemecesine. Öldürülen "ötekiyi" bu ülkenin toprağının en dibine gömmenin gururunu yaşıyor kıyıdakiler. Evet bu ülkenin ötekileri ölülerini gömdükleri için bile mutlu olabiliyorlar. Tuhaf.
Bu arada ülkenin ötekileri son yıllarda baya iş becerdiler. Avrupa Birliği denen rehabilitasyon merkezine doğru yol almaktalar. Bakalım bir 15 yılları var. En öteki denenlerin hakları konusunda da baya yol aldılar. Bu aralar iyice açmaya çalışıyorlar yolu. Hadi hayırlısı diyelim.
Adam olacak bu baba. Baba olmayı kendi istediğini anlayacak. Çocuklarının kendisinin varlık sebebi olduğunu anlayacak. Bakalım ne zaman??

1 Ekim 2009 Perşembe

Öldürülen Çocukların Ülkesi

Ceylan üç gün önce askeri birlikten atılan havan mermisiyle öldü. 14 yaşında bir kızın askeriye ile havan mermileri ile nasıl bir ilişkisi olabilir kestiremiyorum. Bir havan mermisi nasıl hedef olarak küçük bir kızın bedenini seçer bunu da anlayamıyorum. Anlayamadığım bu kadar çok şey varken hissettiğim tek şey ise zihnimin isyanı ile vicdanımın sızısı.
Zihnim tek kelimeyle ayakta. Yaşam hakkının bu kadar kolay küçücük bir kızın elinden alınmasına dayanamıyor. İnsanların bu kadar kolay ölebildiği bir yerde nasıl birileri devlet olduğunu iddia edebiliyor anlamıyor. Askeri bir kurşunla öldürülen bir kızın hesabını siyasetçilerin soramamasını gördükçe deliriyor. Kısacası zihnime anlatamıyorum bu olayı.
Vicdanımın hali ise daha karmaşık. Bir annenin nasıl çocuğunun kopan parçalarını taşıdığını anlayamıyor. Tüm insanların çocukları için dua ettiği bir ülkede nasıl diğer annelerin sesinin çıkmadığını anlayamıyor. Vicdanımın komaya girdiği an ise "acaba öldürülen bir Kürt değil de Türk olsa köy yerine şehirde yaşayan ve teröristten çıkan havan mermisiyle öldürülen bir Türk olsa?" sorusunu sorduğum an oluyor. Bu ülkede yaşayan sıradan bütün insanların bu sorunun cevabını bildiğine eminim ama gene de sokağa çıkıp sormak istiyorum herkese.
İnsanların aymazlıkları ise gına getirdi artık. Haberi veren gazete Taraf olduğu için peşinen habere yalan haber muamelesi yapan insanların aymazlıkları. Sebep ise bu ülke için çok uygun. Taraf zaten ordu düşmanı. Demokrasi isteyen herkes gibi.(!)
Bu ülkede insanların verdiği vergilerle silah alan ve kimseye hesap vermeyenlerden hesap soramayanlar ne düşünüyor acaba? Silah alımları şeffaşlaştırılsın diyenlere bunlar güvenlik meseleleri diyenler acaba farkında mı bu küçük kızı onların hesabını soramadıkları havan mermisinin öldürdüğüne?
Meydanlara ip fırlatanlardan zaten umudum yok ama sadece askeri kurşunla öldürüldüğü için olayı görmemezlikten gelen siyasetçilere ne demeli. Sonuna kadar desteklediğim Kürt açılımını ülke gündemine getiren Başbakan acaba durumun farkında mı? Ahmet Altan'ın dediği gibi Gazze'de ölen çocuklara Türkiye'de sahip çıkmak kolay. Kendi çocuklarına neden sahip çıkamıyor Başbakan?
Biliyorum bu ülke topraklarında insanca yaşamak zor. İnsan olmanın doğuştan getirdiği hakların devamlılığını sağlamak zor. Hele Laik-Sunni-Türk üçgeninin dışındaysanız bunlar çok daha zor. Yıllarca öldürülen bir sürü çocuğun bedenindeki kurşunlardan öğrendik bunları. Yaşama hakkını üçgenin dışında kalanlara çok gören insanlar sayıca fazla bu ülkede ama Ortaçgil'in dediği gibi "çoktular ama yoktular".