31 Aralık 2009 Perşembe

2009'un Son Gününde...

Çevreme baktığımda 2009’un iyi geçtiğini söyleyen pek kimse yok. Genelde hayalkırıklığı kırıntılarının birazcık umutsuzluk katılarak ortaya çözümsüzlüğün çıktığı bir yıl gibi görünüyor 2009. Benim 2009’um ne hayal kırıklıklarının beni hapsettiği bir yıl oldu ne de umutların çılgınca gerçekleştiği bir yıl.

2009’un hatırı sayılır ilk büyük değişimi akademik durumumda gerçekleşti. Artık hazırlığı bitirmiş ve bazılarına göre departmana geçmiştim bazılarına göre de lisans öğrencisi olmuştum. Üniversite hayatımın yeni başladığını hissederken aynı zamanda da acaba sorularını en fazla sorduğum dönemdi. 2009’un son gününde ardıma dönüp baktığımda rahatça söyleyebiliyorum ki lisans hayatımda istediğim birçok şeyi başardım. Başarmak fazla abartılı aslında yerine getirdim demek daha doğru. Yanlız ortaya çıkan bir tehlike var. 2009’un son aylarında fark ettim bunu. Not ortalaması denen kutsal ortalamanın önemini iyiden iyiye sorgulamaya başladım. Tek söyleyebilceğim hadi hayırlısı demek.

Hayatımdaki en büyük ikinci değişim ise İstanbul’daki barınma imkanlarımda gerçekleşti. Eylül ayından itibaren artık bir evim vardı İstanbul’da. Benim gibi yanlızlığın kendini beslediğni düşünen birisi için inanılmaz bir hazine kendine ait bir evinin olması. Ev hayatına başladığım andan itibaren anladığım yeni gerçekler vardı hayatta. Mesela her ay düzenli olarak fatura ödemek gibi. Ailemin yanındayken küçümsediğim ev hayatıyla ilgili her detayın aslında kocaman realiteler olduğunu fark ettim. Bu sorumluluğu almak belki dünyaya bakışımdaki pozitifliği biraz törpülemiş olabilir ama daha gerçekçi bakmamı da sağladı. Şu ana kadar yazdıklarımdan ev hayatının çok zorlayıcı bir şey olduğu anlaşılabilir fakat çok da mutlu edici. İşin mutluluk boyutunda teşekkür etmem gereken iki insan var. Evin her milim köşesine kendimizi sindirmeyi başardığımız iki insanla beraberim. Kesinlikle söyleyebilirim ki evde yaşamanın gizli formulü aynı alanı paylaştığım iki insanın gizli özlerinden geliyor.

2009 kişisel gelişim evrelerimin 2008’e göre biraz daha hızla kat edildiği bir yıl oldu. Dünyaya baktığımda çıkardığım anlamlar biraz daha sistematikleşti. Bunu başarmamda bir çok etken vardı ama bir etkenden özellikle bahsetmek zorundayım. Kahramanlardan nefret ettiğim dünyada işte benim kahramanın diyebileceğim insandan. Aziz Nesin’den. Oğlu Ali Nesin ile mektuplaşmarı hayata bakışımı derinden etkileyen en büyük kaynaktı 2009’da keşfettiğim. Ali Nesin’in orta okul yıllarından profesör olana kadar geçirdiği evrelerde bazen kendimi buldum, bazen de galiba doğrusu bu dedim. İleride kendi çocuklarımı nasıl yönlendirmem gerektiğime kadar birçok sorunun cevabını da buldum. İşin özü daha bir adam oldum.

Müzik her zaman ruhumu en direk besleyen alan oldu benim için. 2009 içinde beni kendimden geçiren müzikal anlamda iki büyük olay yaşadım. Birincisi, efsanelerim arasında yer alan Deep Purple’ı canlı dinlemekti; ikincisi ise ülkemdeki müzik anlayışını şu anda olmasa bile ileride anlaşılınca alt-üst edeceğini düşündüğüm 21’i elime almaktı. Deep Purple’ı canlı dinlerken 15-16 yaşlarımda başlayan politikleşme sürecim, bununla beraber hayatı algılama biçimlerim gözümün önünden geçti. Beni iyi tanıdığını düşündüğüm bir çok insan hala Redd dediğimde ya da 21 dediğimde “ama nasıl şimdi Pink Floyd dinlerken Redd ne alaka?” der gibi bakışlar atıyorlar. Bir gün onlar da anlayacaklar ama ülkemdeki rock kültürünün değişimin nereden başladığının kıvılcımı bir gün aranacaksa bu kesinlikle 21 olacak. İçinde bizlerin hayatlarından birçok parçanın olduğu 21 bu ülke üzerinde müzikal anlamda yapılmış bizi bize anlatan en iyi albümdü. Bunun bir çok nedeni var ama en büyük nedeni çok gerçek olmasıydı 21’in. İçinde hayatın aslında hiçbir alanında yer almayan çakma depresif sözler de yoktu, kafamızı sallamamız gerektiği anlamına gelen rock pazarında kolayca bulanabilen riffler de. Kısacası iç bakışımıza yön veren bir albümdü 21.

Son zamanlarda filmleri takip etmedeki başarım oldukça düşük ama The Curious Case of Benjamin Button beni en fazla düşündüren film oldu. Özellikle seyrettikten sonraki birkaç gün sürekli hayatımı tersten yaşanacak şekilde senaryo olarak algılamaya çalıştım. Çok zordu. Hiçbirinde de tam bir senaryo oluşturamadım.
2009’un hayatıma getirmediklerine gelince. Evet hala kendi ruhumun anlamının başka anlamlarla birleşeceği bir ruh bulamadım. Bazen de bulamama halimden olsa gerek başka ruhlara gereksiz yere anlam katamadıkları için kızdım. Bu tamamen benim ruhumun kontrolünü kaybetmemdendi. 2009’un Kasım ayı içinde ruhumu sorgulamayı canımı çok acıtıcı şekilde yaptım. Kendimi çok hırpaladım fakat sonuç olarak biraz da olsa ruhuma ayar vermeyi başardım. Artık 2010 ‘da ruhumu dinginleşmiş bulmak dileğiyle diyebiliyorum sadece.

Ülkem için 2009’u nasıl algıladığıma gelince. Başlarında çok umutluydum. Bu toprakların daha demokratik, daha yaşanabilir hale geleceğine gerektiğinden fazla inanmıştım belki de. Samimi olmak gerekirse hala da öyleyim ama artık anladım ki bunun bedeli hepimizin canını düşündüğümüzden daha fazla acıtacak. Ülkemde her insanın kendini ait hissettiği gibi ifade edebileceği zamana kadar demokrasi savaşı devam edecek. Bundan şüphem yok.

2009 boyunca canımı en çok acıtan ise kendimi şimdiki halime getiren şehrimin durumuydu. Bunu söylemek bile çok zor geliyor ama psikolojisi allak bullak olmuş bir şehrim var artık. Damamarlarında içi boş çığlıkların dolaştığı bir şehrim. Kızıyorum. Bazen kızmaktan da öte ağlayarak içimden küfürler savurmak geliyor. En sonda kendime baktığımda ise hadi kendimne gel bu şehrin daha ölmediğini göster demek geliyor. Toplu halde terapiye ihiyaç var ama doktor nerede bunu bilen yok.
Sonuç olarak bundan sonra yazdığım her şeye 2010 tarihini atmam gerektiği bir yıla gidiyoruz. Açıkçası bir şey hissetmiyorum ama yapmam gereken çok şeyin olduğunu da biliyorum. Mesela Haziran’da bir Eric Clapton konseri var ... )

26 Aralık 2009 Cumartesi

Karmaşa, Anlam ve Uzak...

Sebebini bilmediğim kadar karmaşık bir haldeyim. Açıkçası neyin derdinde olduğumu bile bilmiyorum. Hissettiğim tek sorun düşünme süreçlerim sonunda hiçbir şey elde edememek. Sıkışıp kaldım düşüncelerimin arasına. Bir çemberin etrafında sürekli dönüyor gibiyim.

Aslında tahminlerim var sorunun ne olduğu hakkında. Bütün derdim onlar: Anlam, Karmaşa ve Uzak.

Önce Karmaşa ile tanıştım. En travmatik vazgeçişimin ardından buldu beni. O kadar çabuk ve hızlı inandım ki ona bir anda parçası oluverdim. Kendimi onda bulmak değerli gelmişti bana.Çok çeşitliydi bir kere. Sürekli farklıydı. Olamaz dediğim her şeyi birer birer onda buluyordum. Hayatta sadece bana ait olduğunu düşündüğüm bütün kavramlar bir anda onun da hayatından çıkıyordu. Kavramların birden çok sahibinin olabileceğini bilmediğim zamanlardı ama gene de onun benim kavramlarıma anlam katması çok mutlu ediciydi.

Karmaşa’nın ardından Anlam ile karşılaştım. Karmaşa’nın şokunu yeni yeni atlattığım zamanlardı. Anlam aynı zamanda umut da demekti benim için. Çok derindi. Ben kendimi ve dünyayı anlamaya çalışırken o sürekli yeni anlamlar koyuyordu önüme. Etkilenmiştim. Hayatımın anahtarlarını o kadar vermek istedim ki; düşünmedim bile ben kendi hayatıma girmek için izin alırken ne yapabilirdim. Tek istediğim cümlelerimin kelimelerini onun seçmesiydi. Belki de ilk kez aynı öyküyü sürekli okumanın güvenini hissetmek istemiştim. Zamanını yakalayamadım Anlam’ın. Hiçbir zaman aynı yöne bakamadık onunla. Şu anda ne mi düşünüyorum? Anlam’ın alt başlığı olmak bile yeter.

Ve Uzak... Karmaşa ve Anlam’dan sonra Uzak’ı bulmam çok trajik gelmiştir bana her zaman. Artık emindim. Ne parçası olunacak bir Karmaşa vardı ne de dünyayı anlamamda bana yardım edecek Anlam. Kendi iç bakışımı bitirmek üzereydim ki Uzak girdi hayatıma. Aslında girdi demek bile zor. İlk gördüğümde emindim hayatımda olamayacağına. Karmaşa ve Anlam’ın üzerimde bıraktığı en büyük yıkımdı belki de en baştan karar verebilmek. Hayatımda sadece yeni bir şarkı olarak kaldı Uzak. İstediğim zaman play tuşuna bastığım istemezsem de orda sesini çıkarmadan duran. Adının hakkını veriyordu Uzak.

Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın dışında kalanlar.. Sizlere çok haksızlık ettim. Her zaman zihnimde oyuna geride başladınız. Bazen de zorladım belki sizi Karmaşa, Anlam ya da Uzak gibi olmanız için. Hepsi benim hatalarım. Bunun farkındayım ama zihnimin kağıt kalemi onlar oldular her zaman. Çizgileri onlar koydular. Bir Şişe Şarap ve Şarapgiller’de söylediklerime uymadım çoğu zaman. Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın dışında kalan ruhları o kadar da anlamak istemedim. Kocaman bir eksiklik bu durum.

Artık biliyorum ki hayatın gerçekleri gözümün içine sokulmak için sıra bekliyorlar. Bundan sonra Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın yanına bir dördüncünün eklenmesine izin vermeyecek hayat. Kendi çizgisinde ilerlemem için elinden geleni yapacak. İlerlemezsem de çok büyük bedelli bir ceza kesecek bana.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Şişe Şarap ve Şarapgiller

Şarapgiller. Bu gece onlara şarapgiller diyorum. Bir kere onlara çok fazla emek vermek gerekli. Her zaman diliminde ne hissettiklerini anlamak belki imkansız ama en azından onlardan olmayanlar çabalamak zorunda bu anlamı keşfetmek için. Pes etmek de yok bu çabanın içinde. Bir de şarap gibi albenileri çok fazla. Şarabın yapıldığı üzüm gibi onların da hammaddeleri çok değerli. Bazen iyi işlenmese de hammaddelerinin verdiği büyüyle en nazlı halde karşınızda dikilebilirler. Açmak da zordur hani onları. Nasıl ki şarabı açarken mantarını dikkatli açmak, kırmamak gerekirse onları açarken de asla ve asla kırmamak gerekir. Bir defa kırılırlarsa, hele bir de gözyaşı dökerlerse bambaşka olurlar. İksirlerinin formülleri değişir.

Onlar, onlar, onlar... Kısaca kadınlar. Meselenin özü binlerce yıl önceye dayansa da hala ortada anlaşılmış bir şey yok. Ortada kuşaktan kuşağa iletilecek bir birikim yok. El yordamıyla bata-çıka bazen de bir gram ışık yokken öğrenmek gerekli her şeyi kadınlar hakkında. Kısacası şarap gurmesi olmak gibi. Binlerce defa şarabı tatmadan, ruhunun tadını anlayamadan gurmesi olunmuyorsa kadınlar için de binlerce defa anlamaya çalışmadan hiçbir şey elde edilemiyor. Bunun için her zaman değerleri çok yüksek. Her zaman mahzenlerde yaşamayı tercih ediyorlar.

Bir de çok narinler. Şarabın oda sıcaklığında olması gerektiği gibi onların da sıcaklıklarını çok iyi ayarlamak gerekli. İyi ayarlanmamış her durumda bambaşka kimliğe bürünebilirler. Şarabın ugun olmayan sıcaklıkta adım adım büyüsünü kaybetmesi gibi kadın da kendisine uymayan her anda farklılaşabilir. Boynunu bükebilir. Değerli bir şarabın daha bir gram tadına bakılmadan çöpe gitmesi nasıl katlanılamazsa kadının da anlaşılamadan, büyüsünü gösteremeden, gizemini anlatamadan göçüp gitmesine kimse katlanamaz.

Şarapların şişeleri dışarıdan bakıldığında tatları hakkında hiçbir bilgi vermez. Hatta şişeye göre bakılsa her şarabın aynı olduğu düşünülebilir ama aslında dünyada birbirinin aynı hiçbir şarap yoktur. Tıpkı birbirinin aynı hiçbir kadının olmadığı gibi. Kadının dıştan görünüşü şarabın üzerindeki etiket gibi temel bilgileri içerir. Temel ama anlamsız bilgiler. Kadınların hepsi aynı diyen erkekler bu bilgileri daha aşamayanlardır. Kısaca şarabın tadına asla ulaşamayacaklar.

Şarap her zaman bünyenin istediği en hazlı içkidir. En karakterlisidir. En estetiğidir. Bu karakteri anlayamayanlar genelde başka içkileri sunarlar şarabın önünde. Aslında onların da ruhlarının yolu şaraptadır. İşin gerçeği kadın şarabın ta kendisidir. Dünya üzerindeki en estetik olandır. Sanatsal tarafı çok güçlüdür. Üstelik bunu istediği zaman belli eder. İstemezse biradan farkı kalmaz. Bakkalda bile karşınıza çıkar. Kadının bira olduğunu sanan bazıları da tek gecede şişeyi bitirebileceklerini düşünür. Zavallılıktır bu. Tek gecede şarabın mayasından bira yapmaktır aslında bütün olan biten.


Grande Uyuyan Güzel’e...

Seninle ama Şimdilik Sensiz ..

Bu yazıyı yazmanın ya da şu anda hemen sayfayı kaydetmeden çıkmanın farklı yansımaları olacak. Eğer bu yazıya devam edersem tümden bir yazımın konusu olduğun için belirtilerini net hatırlayamadığım ama bir yerimde saklı olan adına aşk denen duyguya kaymış olacağım. Eğer çıkıp gidersem de ileride belki de beni daha sarsıcı vuracaksın. O zaman yazı bile yazamaz hale geleceğim. Her seçimin bir kaybediş olduğu gibi ben de neyi kaybetmek istediğimi seçeceğim anlaşılan.

Seni her türlü edebi kavramın içine oturtabilirim aslında. Bakışlarından tutarak seni kahramanlaştırabilirim ya da duruşundaki sakinlik ile dünyayı yavaşlatmandan bahsedebilirim. Bunların hepsini defalarca düşündüm. Daha da önemlisi düşündükçe beğenim de arttı. Bu duygularım bir süre daha devam edecek gibi ama zamanı yakalayamazsak başka bir sakin ruh zamanı durdurduğunda ona karşı da aynı şeyleri hissedebilirim. Ya da başka bir güzelin bakışlarını kahramanlaştırabilirim. Bencil olduğumu düşünme. Sadece artık zamanı yakalanmamış duyguların pek de kalıcı olduğunu düşünmez haldeyim. Zamanı yakalamak derken neyi kast ettiğimi de açıklamam gerekli. Ben senin sakinliğin ile dünyayı yavaşlattığını düşündüğümde senin bunu anlaman önemli. Ya da bakışlarının içinde kaybolurken elimden tutman.

Bu kadar koşullu aşk mı olur deme. Zaten ilk başta da dediğim gibi “aşk denen duygu bu”. Yani hissettiklerimin adını başkasının ağzından koyuyorum. Bunun nedeni de basit aslında. Hatta çok basit. Aşk iki kişiliktir. Tek başıma aşıkmış oyunu oynamak cazip gelmiyor bana. Ama sen kadınsın. Gizemsin. Büyüsün. Bu halimi elinde evirip çevirmesini de bilirsin bana aşık olmadan benim sana sırılsıklam aşık olmamı da sağlarsın. Bundan şüphem yok ama şimdilik değilim işte.

Hani derler ya daha önce gördüğüm kimseye benzemiyordu. Öyle değilsin bir kere. Değersiz misin? Kesinlikle hayır. Ama seni tanrıçalaştırmıyorum zihnimde. Açıkça söylemek gerekirse hayatımın şu an için bir eksiğini kapatabileceğini düşündüğüm için bu kadar hoşlanıyorum. Beğenilerimiz, yaşam biçimlerimiz umrumda değil. Aynı yöne bakabileceğimizi düşünüyorum. Bu da yetiyor açıkçası.

Yazının başında dediğime bakılırsa aşk denen duyguya kaydığımın kanıtı bu yazı. Belki kendimden saklasam da öyle. Şu anda yazının başındaki halime göre senden daha da hoşlanıyorum. Yazıya başladığımda saat 02:40’tı. Şu anda ise 02:57. 17 dakka içinde tek değişen senin uyuduğun zamanın 17 dakika uzamış olması. Benim için ise sadece senin geçtiğin bir yazı yazmış olmam. Bu da sana bencilce gelebilir. Senin yazından bana ne diyebilirsin ama sana bakan göz ben olduğum için şu anda benim terazimde bir değerin var.

Daha önce iki kişi için yazı ve şiir yazmıştım. İkisinde de çok kelimem kaldı. Belki sende de kelimelerim kalacak. Bunları hiç önemsemiyorum şu anda. Başlı başına bana bir yazı yazdıran bir kişi olduğun için mutluluk duyuyorum. Sana yönelmek istiyorum.

Grande Uyuyan Güzel’e...

21 Kasım 2009 Cumartesi

BU GECENİN ŞANSLILARI

Az önce gece yürüyüşünden geldim. Ayın 22’si bugün. Aylardan Kasım. Saat 02:40. Bu günü tarihe düşmek istiyorum çünkü İstanbul bu gece belki de bir çok hayata hayatlarında karşılaşabilecekleri en büyük şansı sundu. Gazetelere bakarsak bu şansı, hayatı felç eden sis olarak nitlendiriyorlar. Türk Hava Yolları’na sorsak eminim şu anda sis yüzünden saçını başını yolan bir sürü takım elbiseli insan vardır. Boğaziçi Köprüsü’ne sorsak eminin en güzel gecelerinden birisini geçirmiştir.
Bu gece İstanbul cömertti. En mahremini sundu tüm aşıklarına. Sis altında nasıl en mahremini sunmuş demeyin. Bu şehir Güneş parladığında güzel olabilecek bir şehir değil. En yağmurlu günün sonunda güzelliğiyle dünayı aydınlatabilecek bir şehir burası. Ya da sisin altında naif güzelliğini biraz olsun gösterecek bir şehir. Güneş’in yalandan ışıklarına hiçbir zaman teslim olmadı bu güzel.
Sisin yoğunlaştığını görünce evden kendimi attım İstanbul sokaklarına. Yürüdüm. Saatler 02:00 bile olsa kimlik kartını sundu İstanbul bana. Bir tarafta kendilerinden daha fahişe dünyada bedenlerini satanlar öbür tarafta cipleriyle sarışınlar. İstanbul ise hepsini kucaklayan dost gibiydi. Konuşmaya başladım İstanbul’la. Soru sormadım.Cevap beklemedim ama sürekli konuştuk. Film gibiydi İstanbul, hem anlatıyordu hem de dinlermiş gibi yapıyordu beni. Belki de dinlemişti de. Aslında İstanbul’la birbirimizi anlama derdimi yoktu ama İstanbul’un da içinde yer aldığı Dünya’yı ne yapıcaktık? Biraz çekiştirdik İstanbul’la beraber. Sonunda gene de dizginledik kendimizi ne de olsa ikimizin de asıl evsahibiydi Dünya.
Gecenin kahramanlarına gelince... Bilenler bilirler. Kahramanlarla aram pek iyi değil. Hatta çoğundan nefret bile ettiğimi söyleyebilirim. Ama bu gecenin kahramanları vardı. Hatta benim yerlerinde olmak istediğim kahramanlar. Gecenin ilk kahramanları hayatlarında ilk defa bu gece sarhoş olanlardı. Alkolün damarlarında düşünce yapılarını kışkırtmasını bu gece yaşayanlar. Zihinlerini yırtmak isteyenler ama nasıl olacağını bulamayanlar. Başka bir ifadeyle hayatın pause tuşuna bu gece basanlar. İkinci kahramanları ilk defa bir kadının elini tutanlardan seçiyorum. O naifliği ilke kez tenlerinde hissedenler. Belki de karşılarındaki ruhun ilk defa ne kadar karmaşık olduğunu anlayanlar. Onların işi biraz daha zor çünkü yarın daha da zor olacak onlar için. O naifliği, gücü ve derinliği hisseden bir insanın hayatı o andan sonra asla aynı olamaz. Günün üçüncü kahramanları ise ikinci kahramanlardan bir adım öteye gidenler. İlk kez bir kadının vücudunun derinliğinde kaybolanlar. O gizemin büyüsünde ilk defa kendi kimliklerini unutanlar. Kendilerine öğretilen hayatın ne kadar eksik olduğunu anlayanlar da denebilir. Gecenin en şanslıları üçüncü grup kahramanlar çünkü dünyanın jakobenliğinin arasında sığınabilecekleri derin ama bir o kadar da kabule hazır ruhların olduğunu anlayanlar. Bu grup üyelerinin hayatları bugün değişti. İkinci büyük değişiklik ise bir kadını ağlattıklarında olacak. O zamana kadar kendi sorgulamarında hepsine başarı diliyorum.
Sis İstanbul’un en güzel elbisesiydi ben de misafiri. Haddimi bildim bütün gece. Sunulandan fazlasını istemedim. Yürürken bu yazıyı yazacağımı ne günün kahramanlarına söyledim ne de İstanbul’a. Belki kızarlar ama bu gecenin tarihe not düşülmesi lazım. Not düşmek bana mı düştü? Tabi ki hayır ama gecenin kahramanları unutabilir onlar yerine yapıyorum bunu.

20 Kasım 2009 Cuma

UZUN AYRILIKLAR, KALEMSİZ DÜNYA...

Uzun zaman geçti en son blog yazım üzerinden. Neredeyse 1.5 ay önce Redd Babylon konserini yazmıştım blogda. Geçen bu süreci "yazınsal depresyon" olarak tanımladım bir anda kafamda. Yaşadığım, düşündüğüm çok şey vardı fakat hiçbirini toparlayıp bir yazı oluşturamadım. Çoğunu yarıda kesip yazınsal depresyonumun parçası yaptım.
Geçen üç hafta özellikle çok yoğundu. Bazen durup kendimin dayanma noktası neresi diye çok sordum. Bazen de kahve fincanına bakıp saat yönünün tersine karıştırmakla yükselttim dayanma noktamı. Geçen bu zamanda en çok düşündüklerim arasında zihnimde yarattığım dünyanın neresinde olduğumu sorguladım. Hiç şüphe yoktu ki zihnimdeki dünya yaşadığımdan çok daha iyiydi ama aslında aralarında o kadar da fark olmadığını anladım en sonda. Sadece bu daha gerçek öbürküsü daha naifti. Zihnimdeki dünyada her günün keyifli olacağı düşüncesiyle keyif kavramının içini boşaltmaya çalıştığımı anladım. Belki de esas mesele kavramlarla savaşmaktı. Buna karar veremedim ama kavramlara, peşinden koştuklarıma karşı Don Kişotluk yapmaya daha hazır değilim. Galiba hiçbir zaman da bunu istemeyeceğim.
Seyrettiğim birkaç film zihnimde yeni bir tartışmaya kapı araladı. Kısaca erkeklerin içi boş korkularını yansıtma biçimleri üzerine düşündüm. Fark etmiştim artık. Dünyada kendi idealinin biraz üstünde birisiyle karşılaşan erkekler karşılaştıklarına zarar verme eğilimine sahiptiler. Kendime bile açıklaması zor bir durum ama parçaları sağlam birleştirmiştim zihnimde. Bu zarar verme o kadar sinsiydi ki kedi-uzanılamayan ciğer konusu bile çok aleni kalıyor yanında. Sinsilik de var bunun içinde arkayı dönüp tüm güçle kaçmak da. Bazen acıyı aslında kendin çekiyormuş gibi göstermek de. Bu konu tahminlerime göre daha da devam edecek.
Türkçe dersinde 30 yaşındaymış gibi otobiyografi yazma konulu bir ödevimiz vardı. Hayatımda yaptığım en zevk aldığım ödevlerden birisi oldu. Yaşanmamış yılları kestirmek çok zor ama fark ettim ki pragmatist bir hesap sonucu olsa da hayatımın zorluk seviyesini, kaygılarımı oldukça arttırmışım. Hayatı öğrenmek mi yoksa korkmaya başlamak mı bilemiyorum ama artık 10 sene sonrayı düşünmeye başlamak yaşlılık belirtileri galiba :)
Bu yazı biraz da yazınsal depresyonumu attığımı kendime göstermek için yazıldı. Biraz daha toplu düşünebildiğimi açıklamış oldum kendime. Umarım blog yazılarına bu kadar uzun süre ara vermem bir daha. Verirsem bilin ki, arkasından gelecek bir şeyler ..

9 Ekim 2009 Cuma

Karşı Yakanın Roman Kahramanları

Çok bekledik. Yazıya direk bekledik diyerek başlamam bile aslında ne kadar iştahla beklediğimizin bir göstergesi. En son Mayıs'ta Ghetto Konseri'ne gitmiştim Redd'in. Yanlış hatırlamıyorsam 21 çıkalı daha bir ay olmamıştı. Benim Türkiye'de yapılan müzikle ilgili umutlarımın zirve yapmasına sebep olan, içinde sanki Dark Side of The Moon dinler gibi kaybolduğum bir albümdü 21. İyimser ama hayatın gerçeklerini bilen, gene de dünyaya yaşamak için bakan sıradan insanların hikayesiydi 21.
Konsere geri dönersek İzmir'de tatildeyden gideceğimin belli olduğu bir konserdi Redd'in ilk Babylon macerası. 2009 yazında da iz bırakmıştı benim açımdan Redd. Belki de ilk kez yaz ayı içinde yerli bir grubun konserini bekledim.
İlk başta konser ekibi oldukça kalabalıktı. Sonra Denizcan ve benden oluşan çekirdek kadro kaldı. Önce biralar içildi. Konserin görece erken başlaması kafamızın "güzellik" seviyesinin yükselmesini biraz engelledi ama gene de rutin yerine getirilmiş oldu. Her konserden önce yolda yaşadığımız "abi acaba başlamış mıdır?" hissiyatları da bu rutinin parçasıydı.
Babylon'a geldiğimizde kapıda Redd konserlerinin müdavimleriyle ilk ufak çaplı muhabbetten sonra içeri girdik. Babylon kitlesi gene timing'ini göstererek Babylon'u konser başlamadan 10 dakika önce doldurdu.
Ve Çığlık ile başladı Babylon'da yolculuğumuz. Vücutta hareketlenmeler, yavaş yavaş mekandan soyutlanma ile dinledik Çığlık'ı. Artık 21 ile beraberdik. Karşımda beni anlayan daha doğrusu benim gibi dünyaya bakan Redd çalarken çok kolaylıkla kendimi bıraktığımı hissettim. Evet aklımda ne nasıl çalıyorlar diye düşünmek vardı ne de acaba şu şarkıyı çalarlar mı düşüncesi. Sadece dinliyordum. Bu arada özellikle ilk 3 şarkıda metronomdaki hızlılık dikkatimi çekmişti. Heralde onlar da konserin akıcılığına kapılmışlardı.
Konser ilerledikçe ilk dikkat çekici durum Doğan'ın çok mantıklı, anlaşılabilir konuşmalarıydı. Bu arada konuşmaktan bahsettiğim sadece konserlerde şarkı araları konuşmaları bunu belirtmem gerek. Genelde zihinde bir çok soru işareti uyandıran konuşmaların yerini içine espri dahi katılan konuşmalar almıştı. Üstelik konser kitlesini bile hareketlendirmişti.
Şarkılar ilerledikçe biraz daha oturmuştu şarkıların metronomları. İlk kez Redd ile çalan Deniz'in de yüksek performansı (Artık Melek Değilim hariç :) bu uyumu hızlandıran bir etkendi.
Sıra Boşver'e geldiğinde dinleyicilerin neredeyse hepsinin istemesi, üstelik kadınların daha fazla, beni şaşırtmıştı. Kadınlar üzerine düşünmeyi seven birisi olarak bunun üstüne düşünmeye karar verdim. Aklımdan her zaman geçen Boşver'de anlatılan gecenin bir erkeğin ütopyası olduğu yönündeydi. Acaba kadınlar için de mi tek gecelik ilşkiler modern toplumda kıymete binmişti? Yoksa artık kadınlar da mı yenilmişti tek gecenin "kısalığına"?
Konserin ikinci bölümünde seyirci ile Redd arasındaki ilişki artık tek kelimeyle dostane kategorisindeydi. Birçok grubun konserinde kendiliğinden olabilecek bir durum gibi algılanabilir ama Redd gibi kitlesi "iyi ile kötüyü daha bir ayırt eden" kitlenin gruba karşı da bütün sınırlarını kaldırması ve Doğan'ı orkestra şefi yapmsı dikkate değerdi. Bu durumda Babylon'un sıcak ortamının da eminim ki etkisi olmuştur.
Artık sonlara geldiğimizin farkındaydım. Bunu tam fark ettiğim anda içimde ufak bir kızgınlık oluştu. 12 Ekimde Hrant'ın duruşması varken Özgürlük Sırtından Vurulmuş çalmamalarına belli etmesem de kızmıştım. Politik duruşlarının olması onların sürekli mesaj vermelerini gerektirmiyordu ama tam duruşmadan önceki haftaya gelen bir konserde bu şarkının çalınmaması dokunmuştu içime.
Konserin sonuna geldiğimizde bitmemesini gerçekten istediğimi fark ettim. Mutluydum çünkü. Kendi dünyam karşımda bana sunuluyordu ve bunu yapanlar da benim gibi adamlardı. Benim dünyamı bana anlatmak için başka birisi olmalarına gerek yoktu.
Yazıyı bitirmeden konser dışında Redd hakkındaki düşüncelerimden de bahsetmek istiyorum. Blog yazmayı seviyorum ama nedense benim için özel olan konulara pek giremiyorum. Her gece en az bir hikayesini okuduğum Aziz Nesin için yazamıyorum mesela. Ya da Deep Purple konserini yazamam.
İlk albümleri olan 50-50 ile tanıdım Redd'i. Müzikal bir şeyleri anlatmayı olabilecek en "hayata dair" şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Şu anki hali için söyleyemesem de Bulutsuzluk Özlemi'nin daha insanı şekli olarak düşünmüştüm. Ama 50-50 her nedense sound olarak biraz da "maço" gözüküyordu bana. Çok soyut bir benzetme yaptım ama açıklamak gerekirse aslında maço olmasa da maço görünmeye çalışan bir erkek gibiydi benim için 50-50. Sonra Kirli Suyunda Parıltılar geldi. Artık büyümüşlerdi. Hala Aşk Var Mı derken aynı zamanda da Ne olmaya Geldim diye soruyorlardı sanki ergenliğinin son yıllarındaki bir birey gibi. Ya da zihnimdeki kadın prototipine katı yapan Prensesin Uykusu tümcesini yaratmışlardı. Bu arada Artık Melek Değilim de bir mesaj gibiydi.
Akustik albümleri olan Plastik Çiçekler ve Böcek müzikal olarak Redd'in ruhunu damıtan bir albümdü. Şarkılardaki akıp gitme isteğinni kaynağı da belki de en saf halinde olmalarıydı.
Vee 21 geldi. 21 her açıdan çok sürpriz yaşattı bana ama yaşadığım ilk sürpriz Çığlık'taki çığlığı kimin attığını öğrenmem ile oldu. En basit olarak düşünülse bile gerçekten saygı duyduğunuz bir albümün introsunda en vurucu yer olan çığlığın sahibi ile tanışmak. Büyük sürpriz!
21'i daha sonra daha detaylı anlatmak istiyorum ama Modern Adımlarla'ya da değinmem gerek. Aziz Nesin okurken, Schopenhauer'in konu kadınlar olunca sivriliğinin acısını hissederken ya da Shakespeare'in soneleri arasında kaybolurken zihnimde oluşan kadın figürüne bir katkı da Redd'den gelmişti. İlk katkı Ortaçgil'in Eylül Akşamıydı. Redd'in Modern Adımlarla'sı ise Ortaçgil'in Eylül Akşamında anlattığı "yanlış yer" düşüncesinin sorgulanması gibiydi.
Gelelim başlığa. Karşı yaka dememin sebebi hepsinin Anadolu yakasında oturması tabi ki değil. Ya da Bağdat caddesinin plastik çiçek ve böcekleri olmaları. Onlar her ne kadar içinde gibi olsalar da müzik piyasası denilen hayali gezegenin, evleri karşı tarafta. Hatta diğerlerinden de çoook uzakta. Ziyaretlerine giderseniz bulabileceğiniz türden. Kolay kolay yolunuz düşmez. Tesadüfen düşse de anlamazsınız aslında nerede olduğunuzu.
Bu yazı bahanesiyle bir duruma da açıklık getirmek istiyorum. "Abi neden bu kadar sevdiğin grubun konserine bir kızla gitmiyorsun?" türünde aldığım sorulara cevap vermem gerekli. İçimdeki şeytan fena uyandı. Günün birinde Redd dinleye(bile)n ve Taraf okuya(bile)n birisi olursa hayatımda eminim ki Redd konserlerinde yanımda olur. "Boşver" dediğinizi duyar gibiyim ama o başka mesele..

4 Ekim 2009 Pazar

Sıradan Bir Ülke İstiyorum

Sıradanlaşmak... Hayatımızı içerisinde belki de köşe bucak kaçtığımız, bizi bulmasın diye paralar akıttığımız öcü. Neler yapmayız ki sıradanlaşmamak için. Mesela sadece hayatımıza renk katsın diye bir gram ortak noktamız olmayan insanların peşinden koşarız. Ya da duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden işlerin kurslarına gidebiliriz.
Peki neden sıradan bir ülke istiyorum? Nedeni çok basit. Korkuyorum. Bir ülke için sıradan olmamanın bedelinin ağırlığından korluyorum. En çok da sıradan olmayan ülkelerde çocukların öldüklerini gördükçe korkuyorum.
Bu ülke fazla nev-i şahsına münhasır bir ülke. Uzun yıllardır çözülemeyen sorunları var bu ülkenin. İlkokul 2. sınıftan itibaren bir öğrenciye problem çözmek öğretiliyor ama bu ülke öğrenmemekte inatçı. Anlayacağınız öğrenmeye pek niyetli değil. Bunun bedeli ne mi oluyor? Bu bedelleri eğitimsiz ailenin çocukları gibi biz çekiyoruz.
30 yıldır annelerinin kuzuları olan çocuklar ölüyor. Kimisinin üzerinde askeri üniforma kimisinin üzerinde de ne olduğu belirsiz kıyafetler. İkisi de birbirlerini öldürüyor. 40.000 çocuğunu birbirine öldürten başka bir ülke var mıdır acaba? Üstelik daha birkaç yıla kadar o kadar çok övünüyordu ki akan kanın miktarıyla... Akan kanı seyretmekti bu ülkenin şahsına münhasırlıklarından bir tanesi.
Bütün çocuklarını tek tip giydirmeye çalışıyor bu ülke. Hepsinin nüfus kağıdına aynı ismi görmekten aldığı hazzı hiçbir şeye değişemiyor. Bunun için Türk yazıyor ülkenin bütün çocuklarının nüfus kağıdındaki isim hanesinde. Çocuklardan birisi Agop dedikçe evden atıyor. Welat dedikçe kafasına vuruyor. Arada bir de aile içi şiddete karşı kampanyaları var. Niyeyse?
Bu babanın çocukları da bir tuhaf oldular. Kendi başlarına güvenleri hiç yok bu çocukların. Her şeye öcü demeye bayılıyorlar. Her şeyden o kadar korkuyorlar ki korkularını meşrulaştırmak için yalan söylemeye, isimler takmaya çok meraklılar. Mezar merakları ise tartışılmaz bile. Ölüden meden umuyorlar resmi dedikleri günlerde. Oysa dinleri ölüleri rahat bırakın diyor ama onlar nedense güçleri olsa canlandıracaklar rahmetliyi.
Silah sesine karşı da fetiş derecesinde takıntıları var. Silahı görünce gözlerini silahtan alamıyorlar. Silahı tutanı ise insanüstü görmeye çok meraklılar. Sanki silah insan işi değilmiş gibi. Bir de artık öyle kolaycı olmuşlar ki silahı görünce kendilerinin seçtiklerini bile hatırlamıyorlar. Silah ile seçmenin ne ilgisi mi var ? Bilmem ki...
Bazı kelimelerden vazgeçemiyorlar. Hukuk lafının yanına devlet'i eklemeyi çok seviyorlar. Hoşlarına gidiyor hukuk dedikten sonra devleti demek. Ötesi yok ama. Önce hukuk sonra devleti diyorlar. Demokrasi mi. O kadar okları var ama hiçbiri arasında yok. Bazı kelime grupları ile de araları iyi değil mesela. Sivil siyaset dendiği zaman boş boş bakıyorlar. Askeri vesayet deyince askeri kısmını anlayıp gerisini dinlemiyorlar. Sivilleşme derseniz yüzünüze bile bakmazlar.
Geçen seneyi tamamen mahalle baskısı diye bir şeyi tartışarak geçirdiler. Hem de ne tartışmadır. Görseniz dünyanın nasıl oluştuğunu açıkladılar. Sonunda ne mi oldu? Ülkenin ülke kadar şahsına münhasır kızı taktı başına çıktı sokaklara. En son Reina denen yerin kapısında görmüşler.
Bu ülkenin bir de bazı çocukları var ki diğerleri onların ismini duyunca 3 saniyede size onlar hakkında 33 yalan söyleyebiliyor. Favori yalanlar da hazır. Amerika denen bankadan para almışlar mesela. Ya da hocanın birinden vaaz. Bunlar genelde ilk iki söylenen ama daha neler neler var. İşin tuhafı bu çocukların hepsinin ortak yönü aynı. Diğerleri gibi değiller mesela sivilleşme dediğinizde sabah kadar sizinle konuşabiliyorlar. Ya da çocuklar ölmesin dediğinizde vicdanlarındaki hassasiyeti gösteriyorlar. Öldürenden de hesap sorabilecek çocuklar bunlar. 2007'de en delikanlısını diğerleri öldürdü. Sorsam belki doğal seleksiyon bile diyen çıkardı.
Bu ülkede kıyıda köşede kalanlar nasıl mı dayanıyor bu babaya, bu babanın kopyası çocuklarına? Seviyorlar. Sebepsiz ve koşulsuz seviyorlar bu ülkeyi. Hem de gitmemecesine. Öldürülen "ötekiyi" bu ülkenin toprağının en dibine gömmenin gururunu yaşıyor kıyıdakiler. Evet bu ülkenin ötekileri ölülerini gömdükleri için bile mutlu olabiliyorlar. Tuhaf.
Bu arada ülkenin ötekileri son yıllarda baya iş becerdiler. Avrupa Birliği denen rehabilitasyon merkezine doğru yol almaktalar. Bakalım bir 15 yılları var. En öteki denenlerin hakları konusunda da baya yol aldılar. Bu aralar iyice açmaya çalışıyorlar yolu. Hadi hayırlısı diyelim.
Adam olacak bu baba. Baba olmayı kendi istediğini anlayacak. Çocuklarının kendisinin varlık sebebi olduğunu anlayacak. Bakalım ne zaman??

1 Ekim 2009 Perşembe

Öldürülen Çocukların Ülkesi

Ceylan üç gün önce askeri birlikten atılan havan mermisiyle öldü. 14 yaşında bir kızın askeriye ile havan mermileri ile nasıl bir ilişkisi olabilir kestiremiyorum. Bir havan mermisi nasıl hedef olarak küçük bir kızın bedenini seçer bunu da anlayamıyorum. Anlayamadığım bu kadar çok şey varken hissettiğim tek şey ise zihnimin isyanı ile vicdanımın sızısı.
Zihnim tek kelimeyle ayakta. Yaşam hakkının bu kadar kolay küçücük bir kızın elinden alınmasına dayanamıyor. İnsanların bu kadar kolay ölebildiği bir yerde nasıl birileri devlet olduğunu iddia edebiliyor anlamıyor. Askeri bir kurşunla öldürülen bir kızın hesabını siyasetçilerin soramamasını gördükçe deliriyor. Kısacası zihnime anlatamıyorum bu olayı.
Vicdanımın hali ise daha karmaşık. Bir annenin nasıl çocuğunun kopan parçalarını taşıdığını anlayamıyor. Tüm insanların çocukları için dua ettiği bir ülkede nasıl diğer annelerin sesinin çıkmadığını anlayamıyor. Vicdanımın komaya girdiği an ise "acaba öldürülen bir Kürt değil de Türk olsa köy yerine şehirde yaşayan ve teröristten çıkan havan mermisiyle öldürülen bir Türk olsa?" sorusunu sorduğum an oluyor. Bu ülkede yaşayan sıradan bütün insanların bu sorunun cevabını bildiğine eminim ama gene de sokağa çıkıp sormak istiyorum herkese.
İnsanların aymazlıkları ise gına getirdi artık. Haberi veren gazete Taraf olduğu için peşinen habere yalan haber muamelesi yapan insanların aymazlıkları. Sebep ise bu ülke için çok uygun. Taraf zaten ordu düşmanı. Demokrasi isteyen herkes gibi.(!)
Bu ülkede insanların verdiği vergilerle silah alan ve kimseye hesap vermeyenlerden hesap soramayanlar ne düşünüyor acaba? Silah alımları şeffaşlaştırılsın diyenlere bunlar güvenlik meseleleri diyenler acaba farkında mı bu küçük kızı onların hesabını soramadıkları havan mermisinin öldürdüğüne?
Meydanlara ip fırlatanlardan zaten umudum yok ama sadece askeri kurşunla öldürüldüğü için olayı görmemezlikten gelen siyasetçilere ne demeli. Sonuna kadar desteklediğim Kürt açılımını ülke gündemine getiren Başbakan acaba durumun farkında mı? Ahmet Altan'ın dediği gibi Gazze'de ölen çocuklara Türkiye'de sahip çıkmak kolay. Kendi çocuklarına neden sahip çıkamıyor Başbakan?
Biliyorum bu ülke topraklarında insanca yaşamak zor. İnsan olmanın doğuştan getirdiği hakların devamlılığını sağlamak zor. Hele Laik-Sunni-Türk üçgeninin dışındaysanız bunlar çok daha zor. Yıllarca öldürülen bir sürü çocuğun bedenindeki kurşunlardan öğrendik bunları. Yaşama hakkını üçgenin dışında kalanlara çok gören insanlar sayıca fazla bu ülkede ama Ortaçgil'in dediği gibi "çoktular ama yoktular".



24 Eylül 2009 Perşembe

Dolu Atışların Boş Tutuşları

Ne olduğunu, neden boş tuttuğumu anlatmaya pek niyetim yok. Onun için belki de hayatımda yazdığım en kapalı yazılardan birisi olacak ama boş tutmanın hissiyatı paylaşılmaya değer gözüktü gözüme. Ne de olsa koskocaman bir dolu atışı hiç yapan boş tutuş.
İstemek-biraz da azimle karıştırıldığından olsa gerek- elde etmenin ön koşulu olarak sunulur genelde. Hatta zaman zaman o kadar yüceltilir ki bu hissiyat başarısızlığın tek sebebi olarak sunulabilir. Başarının sadece "bireyin tatmin olması" olarak algılanması ise bu durumu meşrulaştıran en güçlü dayanak olur çoğu zaman. Tatmin olunan kaynağın özelliğini yitirip yerini başkası aldığında ise modern toplumun sıkça rastlanılan mutsuz insanları görülür olur her yerde.
Bu sefer yukarıda belirttiğim duruma düşmemek için istemekle başlamadım adım atmaya. Hatta alternatifli listem bile vardı. Tek noktada saplanmayacaktım. Yapmam gereken tek şey; alternatiflerin hepsini değerlendirip en iyisinin ya da en elde edebileceğimin peşinden gidip ona ulaşmaktı. Yukarıda saydığım adımları bir problemin çözüm basamakları olarak sunsam büyük ihtimalle hocalarımın büyük çoğunluğunun hoşuna giderdi.
Sayısal açıdan bakıldığında adımların %70'i başarıyla tamamlanmıştı. Sayıların duygusuz dünyasında oldukça büyük başarı ama bazen dünyayı döndürmeye yetmiyor. %70'lik bir ilerlemeyi dolu kabul etmek belki benim fazla iyimserliğimden ibaret bir durum ama kafamda hep dolu atış yaptığım fikri vardı.
Peki dolu atış bir anda nasıl boş tuttu? Hem de hedefi tam cepheden gören dolu atış. O kadar basitti ki sadece gülümsedim. Bir anda bu kadar özelliğini yitirmesine saygı duyduğumu da söylemem gerekli. En az 2 haftalık uğraşmanın 2 saniyede yok olması sırasında ilk kez saygı, kıskançlık, batsın bu dünya ruh halini bir araya getirdim.
En sonda kafamı kaldırdığımda dünyanın kısayol tuşlarını üzerimde tekrar kullanmaya başladığı fikri oluştu. Evet dünya klavyenin başına geçip 2-3 tuşa basarak (tahmini 2 saniye bile sürmez) hayatımda yapmak istediklerimi içi boş istençlere dönüştürüyordu. Excel'de hemen hemen hiçbir kısayol tuşu kullanmayan ben ise boş boş klavyeden gelen komutları bekliyordum.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Yerde Yatan Ben...

Bu yazıyı Hrant'ın doğumgünü olan 15 Eylül'de yazmayı çok istemiştim. Doğum gününde duygularımı paylaşmayı, iyi ki doğdun Hrant demeyi çok istemiştim ama anca 21 Eylül günü yapabiliyorum bunu. Bu durumu yıllarca işkence gören ama hapisten çıktığı anda işkence günlerini anlatamayan, bu konuda konuşmak istemeyen insanların durumuna da benzetiyorum biraz.
Sezen Aksu'nun dediği gibi sahte bir gündü Ocak'ın 19'u. Dünyayı anlamamla ilgili birçok doğrunun yanlışın arasında kaybolduğu bir gündü. İlk kez Ocak'ın 19'unda daha iyi bir ülkede yaşayacağıma olan inancınm sarsıldı. İlk kez o gün vicdanımın yerini unuttum. Hatta Hrant duysa çok kızardı ama ilk kez o gün bir ülkeden, bir düşünceden, insanlardan nefret ettim. Kısacası sarsıldığım gün oldu Ocak'ın 19'u. Hala da atlatamadığım bir travmanın başlangıç noktası aynı zamanda. Hrant'ın doğumgünü için yazmayı düşündüğüm yazıda bile hala Ocak'ın 19'una takılmış haldeyim. Kurtulamıyorum o günün anlamsızlığından. Bunun için de elim içinde Hrant'ın olduğu yazıları yazamaz hale geliyor. Her şeyi içimde saklamalıymışım hissi yayılıyor zihnimin loş odalarında.
Hakikatin arayıcısının kaybolduğu o günü sorgulamaya her zaman devam edeceğim ama biraz da Hrant'ın hayatımdaki yeri üzerinde durmak istiyorum.
Benim gibi şu anda 19 yaşında olan ve özellikle ilkokul, ortaokul yıllarında milli eğitimin tezgahından geçen bir Türkiyeli için pek muhtemel bir durum değildi Hrant ile tanışmak. Hatta elimde Agos olmasını bile anlayamayan birçok arkadaşım hala daha var. İnsan hayata bakışında vicdanının yolunda yürüdüğü zaman sonu olmayan bir yolculuğa çıkıyor. O zaman anlaşılıyor ki adaletsizliklerin, haksızlıkların rütbesi olmuyor. Hepsine aynı anda karşı çıkılmazsa ne hakikat arayıcısı olunabiliyor ne de demokrasi takipçisi. Ben bu gerçeği ilk önce Hrant'tan öğrendim. Onun her zulme en vicdanlı sesiyle karşı çıkmasının büyüsünü hissettim. İnsanın ait olduğu bütün sosyal sınıfları bir çırpıda altüst edip vicdani sınıfları oluşturmanın hazzını onun sayesinde anladım. Bu hazzın sorumluluğunu anlamam ise kaldırabileceğim bir acının çok ötesinde oldu. Sırtındaki kurşunları gördüğüm gün sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu anladım.
Sanki kendi kanımla yazdığımı hissettiğim bu yazıyı buraya kadar bile getireceğimi tahmin etmiyordum. Sözcüklerin hala anlatamadığını düşündüğüm bir şeyleri anlatmaya çalışıyorum daha doğrusu deniyorum.
Hakikatim kurşunlarla sırtından vuruldu ama ne olursa olsun bu ülkenin toprağının dibinde. Yaşatamadığımız, jakoben iklim içinde kaybettiğimiz Hrant'ın bu ülke toprağında olmasının gururu kaldı sadece elimde..

NOT: Hrant'ın ölümü karşısında sessiz kalmayan Sezen AKSU ve Redd grubuna teşekkür etmek istiyorum. Hepimizin söyleyeceklerini müzikleri ile sundukları için...

3 Eylül 2009 Perşembe

Ortaçgil'in Adam Ettiği Şarkılar ve Eylül Akşamı

Benim için öncelikle hiç planlarım arasında olmayan tesadüf ötesi bir tesadüf oldu 3 Eylül Ortaçgil İzmir Konseri. Müziğe bakış olarak nüans farkı dışında farkımız olmayan çok yakın bir arkadaşımın "abi akşama Ortaçgil konseri varmış gider miyiz?" demesi ve benim düşünmeden evet dememle başlayan bir konser macerası.
Türkiye'de bir ekol olmayı başarmış sayılı müzisyenler arasında olan Bülent Ortaçgil'in sakin kişiliği sanki konsere de yansımız gibiydi. Arkadaşlarımla konser başında en çok üzerinde konuştuğumuz konu hayatımızda geldiğimiz en "insanca" konserin bu konser olduğuydu. İnsanlar düzenle yerlerine oturmuş (ki ailece gelenlerin sayısı oldukça fazlaydı) konseri bekliyordu. İçki kuyrukları çok kısaydı ve her şey çok sakindi. Bu fazla olağanlığa Ortaşgil de katkıda bulunarak yaklaşık 4 dakika erken çıktı sahneye. Hepimiz artık hemfikirdik. Bir daha bundan daha "nizamlı" bir konsere gitme şansımız yoktu.
Şarkı geçişlerine bakıldığında Ortaçgil'in kafasında hazır bir playlist yoktu. İstediği gibi daha da doğrusu çalmak istediği için çaldığı bir konserdi. Hatta konserin ortalarında 3-5 saniyelik girişini yaptığı şarkıyı(Beyaz'ın Şarkısı) kesip "bunu kim biliyor?" diye sorduktan sonra seyirciden cevap alamayınca "iyi o zaman çalalım" demesi Ortaçgil büyüklüğünü en derinimize kadar hissettirmişti. Bununla beraber sürekli kendi şarkılarına dokundurmaları da Ortaçgil rahatlığını hepimize hissettirdi. Tüm bunlar olurken de şarkılar akıp gidiyordu.
Benim açımdan en anlamlı Ortaçgil şarkılarının başında gelen Eylül Akşamı'nın hissettirdikleri ise çok farklıydı. Kısa film gibi gözümün önünde akan sahneler eşliğinde İzmir'in insanın sinirlerini gevşeten daha da doğrusu aşkı koklatan havasında zihinmdeki kadın silüeti dolaşmaya başlamıştı. Zihnimde dolaşan tam anlamıyla bir kadın silüetiydi. Beyaz kıyafetinin içinde yumuşak hareketlerle zihnimin duvarlına aldırmayan o silüet. Peşinden düşmemin imkanı olmayan, ama yakalama imkanım da olan o silüet. Yakalama ihtimali var derken umut katsayısını arttırmak istemiyorum. Kendimi Quasimodo hissettiren Esmeralda silüeti de denebilir zihnimdekine.
Konserden çıkarken boğazımda yutkunmamı engelleyen Ortaçgil şarkıları hala çalmaktaydı. Aslında onların çalmaktan hiç vazgeçmeyeceğini teyit eden de Ortaçgil'in kendisiydi. "Hep 35 sene önceki şarkıları istiyorsunuz son albüm en az bilinen albüm" derken aslında 35 sene önceki şarkıların yutkunmamızı o kadar zamandır engellediğinden bahsediyordu. Sindiremedik ki 35 sene öncekileri Bülent Abi nasıl en yenileri yutmayı deneyelim ?

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Abartılmış(!) Pink Floyd

Bu yazıyı yazma nedenim galiba bir annenin oğlu ile ilgili duyduğu bir yoruma bodozlama karşı çıkma hissiyle aynı. Kendi çocuğum diyemeyeceğim ama çocuğun anne hayatındaki önemi kadar benim açımdan önemli bir konudan bahsedeceğim.Pink Floyd. İlk bakışta bir müzik grubu ile ilgili bir yazı gibi gözükebilir ama özellikle benim gibi politize olma dönemini Pink Floyd ile geçiren birisi için daha kapsamlı olması gereken bir durum.
Öncelikle abartma faslından başlayalım. Abartma sebepleri olarak genelde gördüklerim genelde grubun türünün ilki olmaması, müzikal açıdan noksanları olması. Külliyen yalan diyerek konudan çıkmak kolay ama daha çetrefilli bir yolu seçerek aslında Pink Floyd imajında bunların en üst sıralarda yer almadığından gideceğim.
Fazla süslü bir laf gibi durabilir "Pink Floyd" imajı lafı ama bu imaj 40 yıldır hala taptaze. Bu imajın en değerli bileşeni olarak her zaman "dik duruş" aklıma gelmiştir. Bu duruş efelenmek ya da en büyük benim demek gibi değildir. Dizlerinin üstünde otururken ayağa kalkmaktır. Mağrurdur ama basitliği ürkütücüdür. Bunun içindir ki Pink Floyd şarkılarında ne atılamayacak sololar vardır ne de harr-hurr davul geçişleri. Fakat Pink Floyd şarkılarında ziyadesiyle başkası çaldığında dinleyicilere hissettirilmeyecek sololar vardır. Zaten bu duruş da burdan gelir. Kusursuz farklılığından. İmaj konusundan devam edersek ikinci olarak çağrışım gelir aklıma Pink Floyd hakkında. Her şarkı dinlediğiniz ortama, ruh haline göre farklı farklı çağrışımlara sebep olur. Tek tip değildir bu çağrışımlar. Örneğin, "High Hopes" dinlerken sadece boyumuzdan uzun umutları düşünmeyiz aynı zamanda umutsuzluğumuzun sınırlarında da geziniriz. Hatta bazen nasıl bir dünya eleştirisi bile akla gelebilir.
İmaj konusundan çıkıp biraz daha genellersek tabi ki Pink Floyd sevilmek, dinlenilmek zorunda olan bir grup değildir. Hatta nefret etmek bile doğaldır. Fakat, unutmamak gerekir ki tüm bunları yapmak karşınıza dünyayı, yanınıza taşıması zor düşünsel nefretleri almaktır. Bunun için Pink Floyd'un abartılmış olduğunu söylemek aslında dünyanın masallarına yenisini katmakdır. Olmaması gereken kadar subjektiftir. Bünyede fazla tahribat yaratabilir.