31 Aralık 2009 Perşembe

2009'un Son Gününde...

Çevreme baktığımda 2009’un iyi geçtiğini söyleyen pek kimse yok. Genelde hayalkırıklığı kırıntılarının birazcık umutsuzluk katılarak ortaya çözümsüzlüğün çıktığı bir yıl gibi görünüyor 2009. Benim 2009’um ne hayal kırıklıklarının beni hapsettiği bir yıl oldu ne de umutların çılgınca gerçekleştiği bir yıl.

2009’un hatırı sayılır ilk büyük değişimi akademik durumumda gerçekleşti. Artık hazırlığı bitirmiş ve bazılarına göre departmana geçmiştim bazılarına göre de lisans öğrencisi olmuştum. Üniversite hayatımın yeni başladığını hissederken aynı zamanda da acaba sorularını en fazla sorduğum dönemdi. 2009’un son gününde ardıma dönüp baktığımda rahatça söyleyebiliyorum ki lisans hayatımda istediğim birçok şeyi başardım. Başarmak fazla abartılı aslında yerine getirdim demek daha doğru. Yanlız ortaya çıkan bir tehlike var. 2009’un son aylarında fark ettim bunu. Not ortalaması denen kutsal ortalamanın önemini iyiden iyiye sorgulamaya başladım. Tek söyleyebilceğim hadi hayırlısı demek.

Hayatımdaki en büyük ikinci değişim ise İstanbul’daki barınma imkanlarımda gerçekleşti. Eylül ayından itibaren artık bir evim vardı İstanbul’da. Benim gibi yanlızlığın kendini beslediğni düşünen birisi için inanılmaz bir hazine kendine ait bir evinin olması. Ev hayatına başladığım andan itibaren anladığım yeni gerçekler vardı hayatta. Mesela her ay düzenli olarak fatura ödemek gibi. Ailemin yanındayken küçümsediğim ev hayatıyla ilgili her detayın aslında kocaman realiteler olduğunu fark ettim. Bu sorumluluğu almak belki dünyaya bakışımdaki pozitifliği biraz törpülemiş olabilir ama daha gerçekçi bakmamı da sağladı. Şu ana kadar yazdıklarımdan ev hayatının çok zorlayıcı bir şey olduğu anlaşılabilir fakat çok da mutlu edici. İşin mutluluk boyutunda teşekkür etmem gereken iki insan var. Evin her milim köşesine kendimizi sindirmeyi başardığımız iki insanla beraberim. Kesinlikle söyleyebilirim ki evde yaşamanın gizli formulü aynı alanı paylaştığım iki insanın gizli özlerinden geliyor.

2009 kişisel gelişim evrelerimin 2008’e göre biraz daha hızla kat edildiği bir yıl oldu. Dünyaya baktığımda çıkardığım anlamlar biraz daha sistematikleşti. Bunu başarmamda bir çok etken vardı ama bir etkenden özellikle bahsetmek zorundayım. Kahramanlardan nefret ettiğim dünyada işte benim kahramanın diyebileceğim insandan. Aziz Nesin’den. Oğlu Ali Nesin ile mektuplaşmarı hayata bakışımı derinden etkileyen en büyük kaynaktı 2009’da keşfettiğim. Ali Nesin’in orta okul yıllarından profesör olana kadar geçirdiği evrelerde bazen kendimi buldum, bazen de galiba doğrusu bu dedim. İleride kendi çocuklarımı nasıl yönlendirmem gerektiğime kadar birçok sorunun cevabını da buldum. İşin özü daha bir adam oldum.

Müzik her zaman ruhumu en direk besleyen alan oldu benim için. 2009 içinde beni kendimden geçiren müzikal anlamda iki büyük olay yaşadım. Birincisi, efsanelerim arasında yer alan Deep Purple’ı canlı dinlemekti; ikincisi ise ülkemdeki müzik anlayışını şu anda olmasa bile ileride anlaşılınca alt-üst edeceğini düşündüğüm 21’i elime almaktı. Deep Purple’ı canlı dinlerken 15-16 yaşlarımda başlayan politikleşme sürecim, bununla beraber hayatı algılama biçimlerim gözümün önünden geçti. Beni iyi tanıdığını düşündüğüm bir çok insan hala Redd dediğimde ya da 21 dediğimde “ama nasıl şimdi Pink Floyd dinlerken Redd ne alaka?” der gibi bakışlar atıyorlar. Bir gün onlar da anlayacaklar ama ülkemdeki rock kültürünün değişimin nereden başladığının kıvılcımı bir gün aranacaksa bu kesinlikle 21 olacak. İçinde bizlerin hayatlarından birçok parçanın olduğu 21 bu ülke üzerinde müzikal anlamda yapılmış bizi bize anlatan en iyi albümdü. Bunun bir çok nedeni var ama en büyük nedeni çok gerçek olmasıydı 21’in. İçinde hayatın aslında hiçbir alanında yer almayan çakma depresif sözler de yoktu, kafamızı sallamamız gerektiği anlamına gelen rock pazarında kolayca bulanabilen riffler de. Kısacası iç bakışımıza yön veren bir albümdü 21.

Son zamanlarda filmleri takip etmedeki başarım oldukça düşük ama The Curious Case of Benjamin Button beni en fazla düşündüren film oldu. Özellikle seyrettikten sonraki birkaç gün sürekli hayatımı tersten yaşanacak şekilde senaryo olarak algılamaya çalıştım. Çok zordu. Hiçbirinde de tam bir senaryo oluşturamadım.
2009’un hayatıma getirmediklerine gelince. Evet hala kendi ruhumun anlamının başka anlamlarla birleşeceği bir ruh bulamadım. Bazen de bulamama halimden olsa gerek başka ruhlara gereksiz yere anlam katamadıkları için kızdım. Bu tamamen benim ruhumun kontrolünü kaybetmemdendi. 2009’un Kasım ayı içinde ruhumu sorgulamayı canımı çok acıtıcı şekilde yaptım. Kendimi çok hırpaladım fakat sonuç olarak biraz da olsa ruhuma ayar vermeyi başardım. Artık 2010 ‘da ruhumu dinginleşmiş bulmak dileğiyle diyebiliyorum sadece.

Ülkem için 2009’u nasıl algıladığıma gelince. Başlarında çok umutluydum. Bu toprakların daha demokratik, daha yaşanabilir hale geleceğine gerektiğinden fazla inanmıştım belki de. Samimi olmak gerekirse hala da öyleyim ama artık anladım ki bunun bedeli hepimizin canını düşündüğümüzden daha fazla acıtacak. Ülkemde her insanın kendini ait hissettiği gibi ifade edebileceği zamana kadar demokrasi savaşı devam edecek. Bundan şüphem yok.

2009 boyunca canımı en çok acıtan ise kendimi şimdiki halime getiren şehrimin durumuydu. Bunu söylemek bile çok zor geliyor ama psikolojisi allak bullak olmuş bir şehrim var artık. Damamarlarında içi boş çığlıkların dolaştığı bir şehrim. Kızıyorum. Bazen kızmaktan da öte ağlayarak içimden küfürler savurmak geliyor. En sonda kendime baktığımda ise hadi kendimne gel bu şehrin daha ölmediğini göster demek geliyor. Toplu halde terapiye ihiyaç var ama doktor nerede bunu bilen yok.
Sonuç olarak bundan sonra yazdığım her şeye 2010 tarihini atmam gerektiği bir yıla gidiyoruz. Açıkçası bir şey hissetmiyorum ama yapmam gereken çok şeyin olduğunu da biliyorum. Mesela Haziran’da bir Eric Clapton konseri var ... )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder