24 Eylül 2009 Perşembe

Dolu Atışların Boş Tutuşları

Ne olduğunu, neden boş tuttuğumu anlatmaya pek niyetim yok. Onun için belki de hayatımda yazdığım en kapalı yazılardan birisi olacak ama boş tutmanın hissiyatı paylaşılmaya değer gözüktü gözüme. Ne de olsa koskocaman bir dolu atışı hiç yapan boş tutuş.
İstemek-biraz da azimle karıştırıldığından olsa gerek- elde etmenin ön koşulu olarak sunulur genelde. Hatta zaman zaman o kadar yüceltilir ki bu hissiyat başarısızlığın tek sebebi olarak sunulabilir. Başarının sadece "bireyin tatmin olması" olarak algılanması ise bu durumu meşrulaştıran en güçlü dayanak olur çoğu zaman. Tatmin olunan kaynağın özelliğini yitirip yerini başkası aldığında ise modern toplumun sıkça rastlanılan mutsuz insanları görülür olur her yerde.
Bu sefer yukarıda belirttiğim duruma düşmemek için istemekle başlamadım adım atmaya. Hatta alternatifli listem bile vardı. Tek noktada saplanmayacaktım. Yapmam gereken tek şey; alternatiflerin hepsini değerlendirip en iyisinin ya da en elde edebileceğimin peşinden gidip ona ulaşmaktı. Yukarıda saydığım adımları bir problemin çözüm basamakları olarak sunsam büyük ihtimalle hocalarımın büyük çoğunluğunun hoşuna giderdi.
Sayısal açıdan bakıldığında adımların %70'i başarıyla tamamlanmıştı. Sayıların duygusuz dünyasında oldukça büyük başarı ama bazen dünyayı döndürmeye yetmiyor. %70'lik bir ilerlemeyi dolu kabul etmek belki benim fazla iyimserliğimden ibaret bir durum ama kafamda hep dolu atış yaptığım fikri vardı.
Peki dolu atış bir anda nasıl boş tuttu? Hem de hedefi tam cepheden gören dolu atış. O kadar basitti ki sadece gülümsedim. Bir anda bu kadar özelliğini yitirmesine saygı duyduğumu da söylemem gerekli. En az 2 haftalık uğraşmanın 2 saniyede yok olması sırasında ilk kez saygı, kıskançlık, batsın bu dünya ruh halini bir araya getirdim.
En sonda kafamı kaldırdığımda dünyanın kısayol tuşlarını üzerimde tekrar kullanmaya başladığı fikri oluştu. Evet dünya klavyenin başına geçip 2-3 tuşa basarak (tahmini 2 saniye bile sürmez) hayatımda yapmak istediklerimi içi boş istençlere dönüştürüyordu. Excel'de hemen hemen hiçbir kısayol tuşu kullanmayan ben ise boş boş klavyeden gelen komutları bekliyordum.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Yerde Yatan Ben...

Bu yazıyı Hrant'ın doğumgünü olan 15 Eylül'de yazmayı çok istemiştim. Doğum gününde duygularımı paylaşmayı, iyi ki doğdun Hrant demeyi çok istemiştim ama anca 21 Eylül günü yapabiliyorum bunu. Bu durumu yıllarca işkence gören ama hapisten çıktığı anda işkence günlerini anlatamayan, bu konuda konuşmak istemeyen insanların durumuna da benzetiyorum biraz.
Sezen Aksu'nun dediği gibi sahte bir gündü Ocak'ın 19'u. Dünyayı anlamamla ilgili birçok doğrunun yanlışın arasında kaybolduğu bir gündü. İlk kez Ocak'ın 19'unda daha iyi bir ülkede yaşayacağıma olan inancınm sarsıldı. İlk kez o gün vicdanımın yerini unuttum. Hatta Hrant duysa çok kızardı ama ilk kez o gün bir ülkeden, bir düşünceden, insanlardan nefret ettim. Kısacası sarsıldığım gün oldu Ocak'ın 19'u. Hala da atlatamadığım bir travmanın başlangıç noktası aynı zamanda. Hrant'ın doğumgünü için yazmayı düşündüğüm yazıda bile hala Ocak'ın 19'una takılmış haldeyim. Kurtulamıyorum o günün anlamsızlığından. Bunun için de elim içinde Hrant'ın olduğu yazıları yazamaz hale geliyor. Her şeyi içimde saklamalıymışım hissi yayılıyor zihnimin loş odalarında.
Hakikatin arayıcısının kaybolduğu o günü sorgulamaya her zaman devam edeceğim ama biraz da Hrant'ın hayatımdaki yeri üzerinde durmak istiyorum.
Benim gibi şu anda 19 yaşında olan ve özellikle ilkokul, ortaokul yıllarında milli eğitimin tezgahından geçen bir Türkiyeli için pek muhtemel bir durum değildi Hrant ile tanışmak. Hatta elimde Agos olmasını bile anlayamayan birçok arkadaşım hala daha var. İnsan hayata bakışında vicdanının yolunda yürüdüğü zaman sonu olmayan bir yolculuğa çıkıyor. O zaman anlaşılıyor ki adaletsizliklerin, haksızlıkların rütbesi olmuyor. Hepsine aynı anda karşı çıkılmazsa ne hakikat arayıcısı olunabiliyor ne de demokrasi takipçisi. Ben bu gerçeği ilk önce Hrant'tan öğrendim. Onun her zulme en vicdanlı sesiyle karşı çıkmasının büyüsünü hissettim. İnsanın ait olduğu bütün sosyal sınıfları bir çırpıda altüst edip vicdani sınıfları oluşturmanın hazzını onun sayesinde anladım. Bu hazzın sorumluluğunu anlamam ise kaldırabileceğim bir acının çok ötesinde oldu. Sırtındaki kurşunları gördüğüm gün sorumluluğun ne kadar büyük olduğunu anladım.
Sanki kendi kanımla yazdığımı hissettiğim bu yazıyı buraya kadar bile getireceğimi tahmin etmiyordum. Sözcüklerin hala anlatamadığını düşündüğüm bir şeyleri anlatmaya çalışıyorum daha doğrusu deniyorum.
Hakikatim kurşunlarla sırtından vuruldu ama ne olursa olsun bu ülkenin toprağının dibinde. Yaşatamadığımız, jakoben iklim içinde kaybettiğimiz Hrant'ın bu ülke toprağında olmasının gururu kaldı sadece elimde..

NOT: Hrant'ın ölümü karşısında sessiz kalmayan Sezen AKSU ve Redd grubuna teşekkür etmek istiyorum. Hepimizin söyleyeceklerini müzikleri ile sundukları için...

3 Eylül 2009 Perşembe

Ortaçgil'in Adam Ettiği Şarkılar ve Eylül Akşamı

Benim için öncelikle hiç planlarım arasında olmayan tesadüf ötesi bir tesadüf oldu 3 Eylül Ortaçgil İzmir Konseri. Müziğe bakış olarak nüans farkı dışında farkımız olmayan çok yakın bir arkadaşımın "abi akşama Ortaçgil konseri varmış gider miyiz?" demesi ve benim düşünmeden evet dememle başlayan bir konser macerası.
Türkiye'de bir ekol olmayı başarmış sayılı müzisyenler arasında olan Bülent Ortaçgil'in sakin kişiliği sanki konsere de yansımız gibiydi. Arkadaşlarımla konser başında en çok üzerinde konuştuğumuz konu hayatımızda geldiğimiz en "insanca" konserin bu konser olduğuydu. İnsanlar düzenle yerlerine oturmuş (ki ailece gelenlerin sayısı oldukça fazlaydı) konseri bekliyordu. İçki kuyrukları çok kısaydı ve her şey çok sakindi. Bu fazla olağanlığa Ortaşgil de katkıda bulunarak yaklaşık 4 dakika erken çıktı sahneye. Hepimiz artık hemfikirdik. Bir daha bundan daha "nizamlı" bir konsere gitme şansımız yoktu.
Şarkı geçişlerine bakıldığında Ortaçgil'in kafasında hazır bir playlist yoktu. İstediği gibi daha da doğrusu çalmak istediği için çaldığı bir konserdi. Hatta konserin ortalarında 3-5 saniyelik girişini yaptığı şarkıyı(Beyaz'ın Şarkısı) kesip "bunu kim biliyor?" diye sorduktan sonra seyirciden cevap alamayınca "iyi o zaman çalalım" demesi Ortaçgil büyüklüğünü en derinimize kadar hissettirmişti. Bununla beraber sürekli kendi şarkılarına dokundurmaları da Ortaçgil rahatlığını hepimize hissettirdi. Tüm bunlar olurken de şarkılar akıp gidiyordu.
Benim açımdan en anlamlı Ortaçgil şarkılarının başında gelen Eylül Akşamı'nın hissettirdikleri ise çok farklıydı. Kısa film gibi gözümün önünde akan sahneler eşliğinde İzmir'in insanın sinirlerini gevşeten daha da doğrusu aşkı koklatan havasında zihinmdeki kadın silüeti dolaşmaya başlamıştı. Zihnimde dolaşan tam anlamıyla bir kadın silüetiydi. Beyaz kıyafetinin içinde yumuşak hareketlerle zihnimin duvarlına aldırmayan o silüet. Peşinden düşmemin imkanı olmayan, ama yakalama imkanım da olan o silüet. Yakalama ihtimali var derken umut katsayısını arttırmak istemiyorum. Kendimi Quasimodo hissettiren Esmeralda silüeti de denebilir zihnimdekine.
Konserden çıkarken boğazımda yutkunmamı engelleyen Ortaçgil şarkıları hala çalmaktaydı. Aslında onların çalmaktan hiç vazgeçmeyeceğini teyit eden de Ortaçgil'in kendisiydi. "Hep 35 sene önceki şarkıları istiyorsunuz son albüm en az bilinen albüm" derken aslında 35 sene önceki şarkıların yutkunmamızı o kadar zamandır engellediğinden bahsediyordu. Sindiremedik ki 35 sene öncekileri Bülent Abi nasıl en yenileri yutmayı deneyelim ?