28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Şişe Şarap ve Şarapgiller

Şarapgiller. Bu gece onlara şarapgiller diyorum. Bir kere onlara çok fazla emek vermek gerekli. Her zaman diliminde ne hissettiklerini anlamak belki imkansız ama en azından onlardan olmayanlar çabalamak zorunda bu anlamı keşfetmek için. Pes etmek de yok bu çabanın içinde. Bir de şarap gibi albenileri çok fazla. Şarabın yapıldığı üzüm gibi onların da hammaddeleri çok değerli. Bazen iyi işlenmese de hammaddelerinin verdiği büyüyle en nazlı halde karşınızda dikilebilirler. Açmak da zordur hani onları. Nasıl ki şarabı açarken mantarını dikkatli açmak, kırmamak gerekirse onları açarken de asla ve asla kırmamak gerekir. Bir defa kırılırlarsa, hele bir de gözyaşı dökerlerse bambaşka olurlar. İksirlerinin formülleri değişir.

Onlar, onlar, onlar... Kısaca kadınlar. Meselenin özü binlerce yıl önceye dayansa da hala ortada anlaşılmış bir şey yok. Ortada kuşaktan kuşağa iletilecek bir birikim yok. El yordamıyla bata-çıka bazen de bir gram ışık yokken öğrenmek gerekli her şeyi kadınlar hakkında. Kısacası şarap gurmesi olmak gibi. Binlerce defa şarabı tatmadan, ruhunun tadını anlayamadan gurmesi olunmuyorsa kadınlar için de binlerce defa anlamaya çalışmadan hiçbir şey elde edilemiyor. Bunun için her zaman değerleri çok yüksek. Her zaman mahzenlerde yaşamayı tercih ediyorlar.

Bir de çok narinler. Şarabın oda sıcaklığında olması gerektiği gibi onların da sıcaklıklarını çok iyi ayarlamak gerekli. İyi ayarlanmamış her durumda bambaşka kimliğe bürünebilirler. Şarabın ugun olmayan sıcaklıkta adım adım büyüsünü kaybetmesi gibi kadın da kendisine uymayan her anda farklılaşabilir. Boynunu bükebilir. Değerli bir şarabın daha bir gram tadına bakılmadan çöpe gitmesi nasıl katlanılamazsa kadının da anlaşılamadan, büyüsünü gösteremeden, gizemini anlatamadan göçüp gitmesine kimse katlanamaz.

Şarapların şişeleri dışarıdan bakıldığında tatları hakkında hiçbir bilgi vermez. Hatta şişeye göre bakılsa her şarabın aynı olduğu düşünülebilir ama aslında dünyada birbirinin aynı hiçbir şarap yoktur. Tıpkı birbirinin aynı hiçbir kadının olmadığı gibi. Kadının dıştan görünüşü şarabın üzerindeki etiket gibi temel bilgileri içerir. Temel ama anlamsız bilgiler. Kadınların hepsi aynı diyen erkekler bu bilgileri daha aşamayanlardır. Kısaca şarabın tadına asla ulaşamayacaklar.

Şarap her zaman bünyenin istediği en hazlı içkidir. En karakterlisidir. En estetiğidir. Bu karakteri anlayamayanlar genelde başka içkileri sunarlar şarabın önünde. Aslında onların da ruhlarının yolu şaraptadır. İşin gerçeği kadın şarabın ta kendisidir. Dünya üzerindeki en estetik olandır. Sanatsal tarafı çok güçlüdür. Üstelik bunu istediği zaman belli eder. İstemezse biradan farkı kalmaz. Bakkalda bile karşınıza çıkar. Kadının bira olduğunu sanan bazıları da tek gecede şişeyi bitirebileceklerini düşünür. Zavallılıktır bu. Tek gecede şarabın mayasından bira yapmaktır aslında bütün olan biten.


Grande Uyuyan Güzel’e...

Seninle ama Şimdilik Sensiz ..

Bu yazıyı yazmanın ya da şu anda hemen sayfayı kaydetmeden çıkmanın farklı yansımaları olacak. Eğer bu yazıya devam edersem tümden bir yazımın konusu olduğun için belirtilerini net hatırlayamadığım ama bir yerimde saklı olan adına aşk denen duyguya kaymış olacağım. Eğer çıkıp gidersem de ileride belki de beni daha sarsıcı vuracaksın. O zaman yazı bile yazamaz hale geleceğim. Her seçimin bir kaybediş olduğu gibi ben de neyi kaybetmek istediğimi seçeceğim anlaşılan.

Seni her türlü edebi kavramın içine oturtabilirim aslında. Bakışlarından tutarak seni kahramanlaştırabilirim ya da duruşundaki sakinlik ile dünyayı yavaşlatmandan bahsedebilirim. Bunların hepsini defalarca düşündüm. Daha da önemlisi düşündükçe beğenim de arttı. Bu duygularım bir süre daha devam edecek gibi ama zamanı yakalayamazsak başka bir sakin ruh zamanı durdurduğunda ona karşı da aynı şeyleri hissedebilirim. Ya da başka bir güzelin bakışlarını kahramanlaştırabilirim. Bencil olduğumu düşünme. Sadece artık zamanı yakalanmamış duyguların pek de kalıcı olduğunu düşünmez haldeyim. Zamanı yakalamak derken neyi kast ettiğimi de açıklamam gerekli. Ben senin sakinliğin ile dünyayı yavaşlattığını düşündüğümde senin bunu anlaman önemli. Ya da bakışlarının içinde kaybolurken elimden tutman.

Bu kadar koşullu aşk mı olur deme. Zaten ilk başta da dediğim gibi “aşk denen duygu bu”. Yani hissettiklerimin adını başkasının ağzından koyuyorum. Bunun nedeni de basit aslında. Hatta çok basit. Aşk iki kişiliktir. Tek başıma aşıkmış oyunu oynamak cazip gelmiyor bana. Ama sen kadınsın. Gizemsin. Büyüsün. Bu halimi elinde evirip çevirmesini de bilirsin bana aşık olmadan benim sana sırılsıklam aşık olmamı da sağlarsın. Bundan şüphem yok ama şimdilik değilim işte.

Hani derler ya daha önce gördüğüm kimseye benzemiyordu. Öyle değilsin bir kere. Değersiz misin? Kesinlikle hayır. Ama seni tanrıçalaştırmıyorum zihnimde. Açıkça söylemek gerekirse hayatımın şu an için bir eksiğini kapatabileceğini düşündüğüm için bu kadar hoşlanıyorum. Beğenilerimiz, yaşam biçimlerimiz umrumda değil. Aynı yöne bakabileceğimizi düşünüyorum. Bu da yetiyor açıkçası.

Yazının başında dediğime bakılırsa aşk denen duyguya kaydığımın kanıtı bu yazı. Belki kendimden saklasam da öyle. Şu anda yazının başındaki halime göre senden daha da hoşlanıyorum. Yazıya başladığımda saat 02:40’tı. Şu anda ise 02:57. 17 dakka içinde tek değişen senin uyuduğun zamanın 17 dakika uzamış olması. Benim için ise sadece senin geçtiğin bir yazı yazmış olmam. Bu da sana bencilce gelebilir. Senin yazından bana ne diyebilirsin ama sana bakan göz ben olduğum için şu anda benim terazimde bir değerin var.

Daha önce iki kişi için yazı ve şiir yazmıştım. İkisinde de çok kelimem kaldı. Belki sende de kelimelerim kalacak. Bunları hiç önemsemiyorum şu anda. Başlı başına bana bir yazı yazdıran bir kişi olduğun için mutluluk duyuyorum. Sana yönelmek istiyorum.

Grande Uyuyan Güzel’e...

21 Kasım 2009 Cumartesi

BU GECENİN ŞANSLILARI

Az önce gece yürüyüşünden geldim. Ayın 22’si bugün. Aylardan Kasım. Saat 02:40. Bu günü tarihe düşmek istiyorum çünkü İstanbul bu gece belki de bir çok hayata hayatlarında karşılaşabilecekleri en büyük şansı sundu. Gazetelere bakarsak bu şansı, hayatı felç eden sis olarak nitlendiriyorlar. Türk Hava Yolları’na sorsak eminim şu anda sis yüzünden saçını başını yolan bir sürü takım elbiseli insan vardır. Boğaziçi Köprüsü’ne sorsak eminin en güzel gecelerinden birisini geçirmiştir.
Bu gece İstanbul cömertti. En mahremini sundu tüm aşıklarına. Sis altında nasıl en mahremini sunmuş demeyin. Bu şehir Güneş parladığında güzel olabilecek bir şehir değil. En yağmurlu günün sonunda güzelliğiyle dünayı aydınlatabilecek bir şehir burası. Ya da sisin altında naif güzelliğini biraz olsun gösterecek bir şehir. Güneş’in yalandan ışıklarına hiçbir zaman teslim olmadı bu güzel.
Sisin yoğunlaştığını görünce evden kendimi attım İstanbul sokaklarına. Yürüdüm. Saatler 02:00 bile olsa kimlik kartını sundu İstanbul bana. Bir tarafta kendilerinden daha fahişe dünyada bedenlerini satanlar öbür tarafta cipleriyle sarışınlar. İstanbul ise hepsini kucaklayan dost gibiydi. Konuşmaya başladım İstanbul’la. Soru sormadım.Cevap beklemedim ama sürekli konuştuk. Film gibiydi İstanbul, hem anlatıyordu hem de dinlermiş gibi yapıyordu beni. Belki de dinlemişti de. Aslında İstanbul’la birbirimizi anlama derdimi yoktu ama İstanbul’un da içinde yer aldığı Dünya’yı ne yapıcaktık? Biraz çekiştirdik İstanbul’la beraber. Sonunda gene de dizginledik kendimizi ne de olsa ikimizin de asıl evsahibiydi Dünya.
Gecenin kahramanlarına gelince... Bilenler bilirler. Kahramanlarla aram pek iyi değil. Hatta çoğundan nefret bile ettiğimi söyleyebilirim. Ama bu gecenin kahramanları vardı. Hatta benim yerlerinde olmak istediğim kahramanlar. Gecenin ilk kahramanları hayatlarında ilk defa bu gece sarhoş olanlardı. Alkolün damarlarında düşünce yapılarını kışkırtmasını bu gece yaşayanlar. Zihinlerini yırtmak isteyenler ama nasıl olacağını bulamayanlar. Başka bir ifadeyle hayatın pause tuşuna bu gece basanlar. İkinci kahramanları ilk defa bir kadının elini tutanlardan seçiyorum. O naifliği ilke kez tenlerinde hissedenler. Belki de karşılarındaki ruhun ilk defa ne kadar karmaşık olduğunu anlayanlar. Onların işi biraz daha zor çünkü yarın daha da zor olacak onlar için. O naifliği, gücü ve derinliği hisseden bir insanın hayatı o andan sonra asla aynı olamaz. Günün üçüncü kahramanları ise ikinci kahramanlardan bir adım öteye gidenler. İlk kez bir kadının vücudunun derinliğinde kaybolanlar. O gizemin büyüsünde ilk defa kendi kimliklerini unutanlar. Kendilerine öğretilen hayatın ne kadar eksik olduğunu anlayanlar da denebilir. Gecenin en şanslıları üçüncü grup kahramanlar çünkü dünyanın jakobenliğinin arasında sığınabilecekleri derin ama bir o kadar da kabule hazır ruhların olduğunu anlayanlar. Bu grup üyelerinin hayatları bugün değişti. İkinci büyük değişiklik ise bir kadını ağlattıklarında olacak. O zamana kadar kendi sorgulamarında hepsine başarı diliyorum.
Sis İstanbul’un en güzel elbisesiydi ben de misafiri. Haddimi bildim bütün gece. Sunulandan fazlasını istemedim. Yürürken bu yazıyı yazacağımı ne günün kahramanlarına söyledim ne de İstanbul’a. Belki kızarlar ama bu gecenin tarihe not düşülmesi lazım. Not düşmek bana mı düştü? Tabi ki hayır ama gecenin kahramanları unutabilir onlar yerine yapıyorum bunu.

20 Kasım 2009 Cuma

UZUN AYRILIKLAR, KALEMSİZ DÜNYA...

Uzun zaman geçti en son blog yazım üzerinden. Neredeyse 1.5 ay önce Redd Babylon konserini yazmıştım blogda. Geçen bu süreci "yazınsal depresyon" olarak tanımladım bir anda kafamda. Yaşadığım, düşündüğüm çok şey vardı fakat hiçbirini toparlayıp bir yazı oluşturamadım. Çoğunu yarıda kesip yazınsal depresyonumun parçası yaptım.
Geçen üç hafta özellikle çok yoğundu. Bazen durup kendimin dayanma noktası neresi diye çok sordum. Bazen de kahve fincanına bakıp saat yönünün tersine karıştırmakla yükselttim dayanma noktamı. Geçen bu zamanda en çok düşündüklerim arasında zihnimde yarattığım dünyanın neresinde olduğumu sorguladım. Hiç şüphe yoktu ki zihnimdeki dünya yaşadığımdan çok daha iyiydi ama aslında aralarında o kadar da fark olmadığını anladım en sonda. Sadece bu daha gerçek öbürküsü daha naifti. Zihnimdeki dünyada her günün keyifli olacağı düşüncesiyle keyif kavramının içini boşaltmaya çalıştığımı anladım. Belki de esas mesele kavramlarla savaşmaktı. Buna karar veremedim ama kavramlara, peşinden koştuklarıma karşı Don Kişotluk yapmaya daha hazır değilim. Galiba hiçbir zaman da bunu istemeyeceğim.
Seyrettiğim birkaç film zihnimde yeni bir tartışmaya kapı araladı. Kısaca erkeklerin içi boş korkularını yansıtma biçimleri üzerine düşündüm. Fark etmiştim artık. Dünyada kendi idealinin biraz üstünde birisiyle karşılaşan erkekler karşılaştıklarına zarar verme eğilimine sahiptiler. Kendime bile açıklaması zor bir durum ama parçaları sağlam birleştirmiştim zihnimde. Bu zarar verme o kadar sinsiydi ki kedi-uzanılamayan ciğer konusu bile çok aleni kalıyor yanında. Sinsilik de var bunun içinde arkayı dönüp tüm güçle kaçmak da. Bazen acıyı aslında kendin çekiyormuş gibi göstermek de. Bu konu tahminlerime göre daha da devam edecek.
Türkçe dersinde 30 yaşındaymış gibi otobiyografi yazma konulu bir ödevimiz vardı. Hayatımda yaptığım en zevk aldığım ödevlerden birisi oldu. Yaşanmamış yılları kestirmek çok zor ama fark ettim ki pragmatist bir hesap sonucu olsa da hayatımın zorluk seviyesini, kaygılarımı oldukça arttırmışım. Hayatı öğrenmek mi yoksa korkmaya başlamak mı bilemiyorum ama artık 10 sene sonrayı düşünmeye başlamak yaşlılık belirtileri galiba :)
Bu yazı biraz da yazınsal depresyonumu attığımı kendime göstermek için yazıldı. Biraz daha toplu düşünebildiğimi açıklamış oldum kendime. Umarım blog yazılarına bu kadar uzun süre ara vermem bir daha. Verirsem bilin ki, arkasından gelecek bir şeyler ..