23 Nisan 2010 Cuma

Bana Bir Sevişme Borçlusun

Önce bir ömürlük ruhun vardı.

Sonra ruhunu zapt eden bir bedenin.

En sonda da gözlerin vardı ruhunun sözcüleri.

Belki tek problem benim erkek olmamdı. Bir erkek olarak bir kadının zihninde yüzlerce anlamı çağrıştıramamam. Ya da senin kadın olmandı esas sorun. Yüzlerce kelimeden bir cümle yaratabilen ve bu cümleyle bir zihinde binlerce çağrışım oluşturabilen bir kadın olman.

Sonrası üç gün. Raf ömrü üç gün olan kelimeler, anlamlar, çağrışımlar...

Hayatı anladığını düşünürken en zoru aslında anlamak için “oldurmaya çalışmak”. Yaşadıklarımızı kendi anlamlarımıza indirgeyip sonra da kendimizi anladığımıza inandırmak. Kocaman bir hüznün kapısını aralamanın başka bir adı “oldurmak”.

Erkek bu sefer “kesinlikle o” dediğinde oldurmanın kapısını açacak anahtarı aramaya başlar. Bakınır her tarafa. Daha önce hiç bakmayacağını düşündüğü yerlerden bile medet umar. Tek isteği vardır. O anahtarı bulmak ve “kesinlikle o” dediğini kendi hayatına katabileceği bir “oldurulmuş dünya” yaratmak.

Bu dünyanın tek ideolojisi vardır. Erkeğin ikiyüzlülüğü. Bu ikiyüzlülük önce artık farkındayım dediklerine sırt çevirmesiyle başlar. Kendisiyle konuşurken her şeyin kontrolünde olduğuna kendisini inandırmak için sürekli her şeyin farkında olduğunu ispatlayan örnekler sıralar. Aslında içinde bir ses bilir. Sıraladığı örneklerin içinde binlerce çarptma, kendini inandırmak için zihninin uydurduğu “an” vardır.

Erkeğin ikiyüzlülüğü sadece kendisine karşı da değildir. Geçmişini ezbere bilenlerle bile yan yana geldiğinde oldurduğu dünyanın mükemmelliğini ispatlamak için “erkeksi yalanlar” söyler. Aslında söyledikleri aynı oldurma durumunu yaşayan başkalarının söylediklerinden farklı değildir. Zaten karşısındakiler de farklısını beklemez.

Erkek seviyorum der. Aslında söylemek istediği “gitme senin sevgine ihtiyacım var”dır. Sevgilisinin çok iyi seviştiğini söyler erkek. Söylemek istediği “lütfen benim seni yatakta mutlu ettiğimi söyle”dir.

Yüzyıllardır erkeğin öğrenemediği tek şey vardır aslında. Gerçek kadınların, kadın duruşunu taşıyanların her şeyin farkında olduğu gerçeği.

Kadın büyülüdür çünkü. Yaradılıştan gelir bu büyü. Teninden ruhunun en derinine kadar kendisine ait her ne varsa o büyünün izleri de vardır orada.

Kadın, erkeğin seni seviyorum demesine karşılık “bende” dediğinde aslında “beni sevmeye devam et” demek ister. Erkek sevildiğini sanır... Kadın erkeğin yataktaki gücünden bahsederken aslında bana bu hazzı yaşatan şu andaki en iyi seçenek sensin demek ister. Erkek kendisini dünya üzerindeki en iyi olarak görür. Acıklıdır erkeklerin bu hali. Çocuksudur biraz da..

Hal böyleyken oldurulan dünyaya enerji vermek de kadına düşer. Bunu kendisi de yapmaz. Erkeğin oldurmaya devam etmesini sağlayarak erkek üzerinden yapar. Oldurulan dünyanın yaratıcısı erkekse enerjisini sağlayan, devamlı hale getiren de kadındır. Bunun içindir kadın çekip gittiğinde erkek zayıflar, gücünü toplayasıya kadar her şey berbatlaşır.

Tüm bunların başlıkla ne ilgisi var? Ya da başlıktan sonraki dizelerle. Yazdıklarımı yaşayarak, düşünerek öğrendim. Her kelimeye yetecek kadar düştüm. Eksildim. Daha önümde çok zaman var. Onun için her düşüşün, eksilişin sonunda ne olduğunu anlatmak istemiyorum ama ortaya böyle bir yazı çıkması bile bir ipucu.

Anlamayı denediğim, anladığım ya da kelimeleri onları anlatmak için kullandığım kim varsa..

Bana bir sevişme borçlusun...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Ufak Bir Zaman Dilimi

3 aydan fazla zaman geçti son yazımı yazdığım günden bu yana.. Nazım’ın dediği gibi insanlar için sözü bile edilmeyecek bir zaman dilimi ama benim için sözcüklerin kağıda dökülemeyip öksüz kaldığı upuzun bir yokluk dönemiydi.

Sözcükler, çağrışımlar ve postmodern şehir hayatıydı bütün suç ortaklarım. Bir de “kadın”lar vardı daimi kışkırtıcılarım. Geçen üç ay boyunca bütün günlerimi suç ortaklarımla geçirdim. Onlarla içki limitlerim arttı, onlarla dalga geçtim önümde duran kabul edilmiş gerçeklerle.

Önce sözcüklerden başlamak gerekli. Kabuğunda can çekişen ruhumun nefes almasını sağlayan her zaman sözcüklerdi. Sözcüklere yeni anlamlar yüklemekti kendimi mutlu hissetmemin yolu. Son üç ayda neredeyse bütün sözcüklerimi kötü bir hikaye için harcadım. Gelişemeyen, acemi okurların baştacı yapmakla mutlu olacakları bir hikaye... İçinde aradıklarım, daha doğrusu aramaktan zevk aldıklarım, anlamak istediklerim ve bulduğumda bir anda tüketeceklerim vardı. Hikayenin nasıl olduğunu yazmayı denerken hiç farkedememiştim. Şu anda bile gerçekten anladığımdan emin değilim ama hayata yeni hikayeler kazandıracağıma inancım o kadar fazla ki, onları düşünmek kendimi daha iyi hissettiriyor.

İkinci yaşam kaynağım çağrışımlardı son üç ayda. Zihnimi bir kelimenin, bir notanın peşinden saatlerce savurmamı sağlayan çağrışımlar. Alkolün bedenimde yarattığı hafifleme ve sonrasındaki enkaz hissini zihnimde çağrışımlar yaratıyordu. Alkolle flört etmelerinin bile çok tehlikeli olabileceğini biraz geç anladım ama çağrışımlar hala kendimle oynamamı sağlayan en içten arkadaşlarım. Kadınların etkileyiciliği de buradan geliyordu belki de. Sınırsız çağrışımı tek bir zihinde, erkeğin zihinde yaratabilme kudretlerinden.

Postmodern şehir hayatına gelince... En fazla beslendiğim (bazen fast-food besin etkisi yaratan) kaynaktı şehir hayatı. Bazen kalabalığın içinde kendimi gösterdiğim bazen de kaybettiğim canımın istediği zaman yüzebildiğim denizimdi. Ruhumun sarsıntılarının perdelendiği tiyatronun sahnesi de denebilir buna. Dekorları şehrin kaldırımları, insanları, hüzünleri en önemlisi de şehrin bakışları olan bir oyun içinde geçti son üç ayım.

Son üç ayın başka imgeleri de vardı. Biraz geç keşfettiğimi düşündüğüm sesinin tüm müzik aletlerinden daha güçlü olduğuna inandığım Regina Spektor. İkinci babam Aziz Nesin. Tanımak istediğim kadınların en açık sözlüsü Aslı Erdoğan ve hayatımın artık fon müziği haline gelen Redd.
Acının değişik tariflerini hissettim zihnimde. Ağladım bazen. Bazen de ağlanacak halimi görüp kendimden uzaklaştım. Ama çok şey öğrendim. Değiştim. İsteklerimi değiştirdim. Aradıklarım başkalaştı. Değişmeyen bir tek şey vardı... Hayat gerçekten masalsızdı..

31 Aralık 2009 Perşembe

2009'un Son Gününde...

Çevreme baktığımda 2009’un iyi geçtiğini söyleyen pek kimse yok. Genelde hayalkırıklığı kırıntılarının birazcık umutsuzluk katılarak ortaya çözümsüzlüğün çıktığı bir yıl gibi görünüyor 2009. Benim 2009’um ne hayal kırıklıklarının beni hapsettiği bir yıl oldu ne de umutların çılgınca gerçekleştiği bir yıl.

2009’un hatırı sayılır ilk büyük değişimi akademik durumumda gerçekleşti. Artık hazırlığı bitirmiş ve bazılarına göre departmana geçmiştim bazılarına göre de lisans öğrencisi olmuştum. Üniversite hayatımın yeni başladığını hissederken aynı zamanda da acaba sorularını en fazla sorduğum dönemdi. 2009’un son gününde ardıma dönüp baktığımda rahatça söyleyebiliyorum ki lisans hayatımda istediğim birçok şeyi başardım. Başarmak fazla abartılı aslında yerine getirdim demek daha doğru. Yanlız ortaya çıkan bir tehlike var. 2009’un son aylarında fark ettim bunu. Not ortalaması denen kutsal ortalamanın önemini iyiden iyiye sorgulamaya başladım. Tek söyleyebilceğim hadi hayırlısı demek.

Hayatımdaki en büyük ikinci değişim ise İstanbul’daki barınma imkanlarımda gerçekleşti. Eylül ayından itibaren artık bir evim vardı İstanbul’da. Benim gibi yanlızlığın kendini beslediğni düşünen birisi için inanılmaz bir hazine kendine ait bir evinin olması. Ev hayatına başladığım andan itibaren anladığım yeni gerçekler vardı hayatta. Mesela her ay düzenli olarak fatura ödemek gibi. Ailemin yanındayken küçümsediğim ev hayatıyla ilgili her detayın aslında kocaman realiteler olduğunu fark ettim. Bu sorumluluğu almak belki dünyaya bakışımdaki pozitifliği biraz törpülemiş olabilir ama daha gerçekçi bakmamı da sağladı. Şu ana kadar yazdıklarımdan ev hayatının çok zorlayıcı bir şey olduğu anlaşılabilir fakat çok da mutlu edici. İşin mutluluk boyutunda teşekkür etmem gereken iki insan var. Evin her milim köşesine kendimizi sindirmeyi başardığımız iki insanla beraberim. Kesinlikle söyleyebilirim ki evde yaşamanın gizli formulü aynı alanı paylaştığım iki insanın gizli özlerinden geliyor.

2009 kişisel gelişim evrelerimin 2008’e göre biraz daha hızla kat edildiği bir yıl oldu. Dünyaya baktığımda çıkardığım anlamlar biraz daha sistematikleşti. Bunu başarmamda bir çok etken vardı ama bir etkenden özellikle bahsetmek zorundayım. Kahramanlardan nefret ettiğim dünyada işte benim kahramanın diyebileceğim insandan. Aziz Nesin’den. Oğlu Ali Nesin ile mektuplaşmarı hayata bakışımı derinden etkileyen en büyük kaynaktı 2009’da keşfettiğim. Ali Nesin’in orta okul yıllarından profesör olana kadar geçirdiği evrelerde bazen kendimi buldum, bazen de galiba doğrusu bu dedim. İleride kendi çocuklarımı nasıl yönlendirmem gerektiğime kadar birçok sorunun cevabını da buldum. İşin özü daha bir adam oldum.

Müzik her zaman ruhumu en direk besleyen alan oldu benim için. 2009 içinde beni kendimden geçiren müzikal anlamda iki büyük olay yaşadım. Birincisi, efsanelerim arasında yer alan Deep Purple’ı canlı dinlemekti; ikincisi ise ülkemdeki müzik anlayışını şu anda olmasa bile ileride anlaşılınca alt-üst edeceğini düşündüğüm 21’i elime almaktı. Deep Purple’ı canlı dinlerken 15-16 yaşlarımda başlayan politikleşme sürecim, bununla beraber hayatı algılama biçimlerim gözümün önünden geçti. Beni iyi tanıdığını düşündüğüm bir çok insan hala Redd dediğimde ya da 21 dediğimde “ama nasıl şimdi Pink Floyd dinlerken Redd ne alaka?” der gibi bakışlar atıyorlar. Bir gün onlar da anlayacaklar ama ülkemdeki rock kültürünün değişimin nereden başladığının kıvılcımı bir gün aranacaksa bu kesinlikle 21 olacak. İçinde bizlerin hayatlarından birçok parçanın olduğu 21 bu ülke üzerinde müzikal anlamda yapılmış bizi bize anlatan en iyi albümdü. Bunun bir çok nedeni var ama en büyük nedeni çok gerçek olmasıydı 21’in. İçinde hayatın aslında hiçbir alanında yer almayan çakma depresif sözler de yoktu, kafamızı sallamamız gerektiği anlamına gelen rock pazarında kolayca bulanabilen riffler de. Kısacası iç bakışımıza yön veren bir albümdü 21.

Son zamanlarda filmleri takip etmedeki başarım oldukça düşük ama The Curious Case of Benjamin Button beni en fazla düşündüren film oldu. Özellikle seyrettikten sonraki birkaç gün sürekli hayatımı tersten yaşanacak şekilde senaryo olarak algılamaya çalıştım. Çok zordu. Hiçbirinde de tam bir senaryo oluşturamadım.
2009’un hayatıma getirmediklerine gelince. Evet hala kendi ruhumun anlamının başka anlamlarla birleşeceği bir ruh bulamadım. Bazen de bulamama halimden olsa gerek başka ruhlara gereksiz yere anlam katamadıkları için kızdım. Bu tamamen benim ruhumun kontrolünü kaybetmemdendi. 2009’un Kasım ayı içinde ruhumu sorgulamayı canımı çok acıtıcı şekilde yaptım. Kendimi çok hırpaladım fakat sonuç olarak biraz da olsa ruhuma ayar vermeyi başardım. Artık 2010 ‘da ruhumu dinginleşmiş bulmak dileğiyle diyebiliyorum sadece.

Ülkem için 2009’u nasıl algıladığıma gelince. Başlarında çok umutluydum. Bu toprakların daha demokratik, daha yaşanabilir hale geleceğine gerektiğinden fazla inanmıştım belki de. Samimi olmak gerekirse hala da öyleyim ama artık anladım ki bunun bedeli hepimizin canını düşündüğümüzden daha fazla acıtacak. Ülkemde her insanın kendini ait hissettiği gibi ifade edebileceği zamana kadar demokrasi savaşı devam edecek. Bundan şüphem yok.

2009 boyunca canımı en çok acıtan ise kendimi şimdiki halime getiren şehrimin durumuydu. Bunu söylemek bile çok zor geliyor ama psikolojisi allak bullak olmuş bir şehrim var artık. Damamarlarında içi boş çığlıkların dolaştığı bir şehrim. Kızıyorum. Bazen kızmaktan da öte ağlayarak içimden küfürler savurmak geliyor. En sonda kendime baktığımda ise hadi kendimne gel bu şehrin daha ölmediğini göster demek geliyor. Toplu halde terapiye ihiyaç var ama doktor nerede bunu bilen yok.
Sonuç olarak bundan sonra yazdığım her şeye 2010 tarihini atmam gerektiği bir yıla gidiyoruz. Açıkçası bir şey hissetmiyorum ama yapmam gereken çok şeyin olduğunu da biliyorum. Mesela Haziran’da bir Eric Clapton konseri var ... )

26 Aralık 2009 Cumartesi

Karmaşa, Anlam ve Uzak...

Sebebini bilmediğim kadar karmaşık bir haldeyim. Açıkçası neyin derdinde olduğumu bile bilmiyorum. Hissettiğim tek sorun düşünme süreçlerim sonunda hiçbir şey elde edememek. Sıkışıp kaldım düşüncelerimin arasına. Bir çemberin etrafında sürekli dönüyor gibiyim.

Aslında tahminlerim var sorunun ne olduğu hakkında. Bütün derdim onlar: Anlam, Karmaşa ve Uzak.

Önce Karmaşa ile tanıştım. En travmatik vazgeçişimin ardından buldu beni. O kadar çabuk ve hızlı inandım ki ona bir anda parçası oluverdim. Kendimi onda bulmak değerli gelmişti bana.Çok çeşitliydi bir kere. Sürekli farklıydı. Olamaz dediğim her şeyi birer birer onda buluyordum. Hayatta sadece bana ait olduğunu düşündüğüm bütün kavramlar bir anda onun da hayatından çıkıyordu. Kavramların birden çok sahibinin olabileceğini bilmediğim zamanlardı ama gene de onun benim kavramlarıma anlam katması çok mutlu ediciydi.

Karmaşa’nın ardından Anlam ile karşılaştım. Karmaşa’nın şokunu yeni yeni atlattığım zamanlardı. Anlam aynı zamanda umut da demekti benim için. Çok derindi. Ben kendimi ve dünyayı anlamaya çalışırken o sürekli yeni anlamlar koyuyordu önüme. Etkilenmiştim. Hayatımın anahtarlarını o kadar vermek istedim ki; düşünmedim bile ben kendi hayatıma girmek için izin alırken ne yapabilirdim. Tek istediğim cümlelerimin kelimelerini onun seçmesiydi. Belki de ilk kez aynı öyküyü sürekli okumanın güvenini hissetmek istemiştim. Zamanını yakalayamadım Anlam’ın. Hiçbir zaman aynı yöne bakamadık onunla. Şu anda ne mi düşünüyorum? Anlam’ın alt başlığı olmak bile yeter.

Ve Uzak... Karmaşa ve Anlam’dan sonra Uzak’ı bulmam çok trajik gelmiştir bana her zaman. Artık emindim. Ne parçası olunacak bir Karmaşa vardı ne de dünyayı anlamamda bana yardım edecek Anlam. Kendi iç bakışımı bitirmek üzereydim ki Uzak girdi hayatıma. Aslında girdi demek bile zor. İlk gördüğümde emindim hayatımda olamayacağına. Karmaşa ve Anlam’ın üzerimde bıraktığı en büyük yıkımdı belki de en baştan karar verebilmek. Hayatımda sadece yeni bir şarkı olarak kaldı Uzak. İstediğim zaman play tuşuna bastığım istemezsem de orda sesini çıkarmadan duran. Adının hakkını veriyordu Uzak.

Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın dışında kalanlar.. Sizlere çok haksızlık ettim. Her zaman zihnimde oyuna geride başladınız. Bazen de zorladım belki sizi Karmaşa, Anlam ya da Uzak gibi olmanız için. Hepsi benim hatalarım. Bunun farkındayım ama zihnimin kağıt kalemi onlar oldular her zaman. Çizgileri onlar koydular. Bir Şişe Şarap ve Şarapgiller’de söylediklerime uymadım çoğu zaman. Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın dışında kalan ruhları o kadar da anlamak istemedim. Kocaman bir eksiklik bu durum.

Artık biliyorum ki hayatın gerçekleri gözümün içine sokulmak için sıra bekliyorlar. Bundan sonra Karmaşa, Anlam ve Uzak’ın yanına bir dördüncünün eklenmesine izin vermeyecek hayat. Kendi çizgisinde ilerlemem için elinden geleni yapacak. İlerlemezsem de çok büyük bedelli bir ceza kesecek bana.

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Şişe Şarap ve Şarapgiller

Şarapgiller. Bu gece onlara şarapgiller diyorum. Bir kere onlara çok fazla emek vermek gerekli. Her zaman diliminde ne hissettiklerini anlamak belki imkansız ama en azından onlardan olmayanlar çabalamak zorunda bu anlamı keşfetmek için. Pes etmek de yok bu çabanın içinde. Bir de şarap gibi albenileri çok fazla. Şarabın yapıldığı üzüm gibi onların da hammaddeleri çok değerli. Bazen iyi işlenmese de hammaddelerinin verdiği büyüyle en nazlı halde karşınızda dikilebilirler. Açmak da zordur hani onları. Nasıl ki şarabı açarken mantarını dikkatli açmak, kırmamak gerekirse onları açarken de asla ve asla kırmamak gerekir. Bir defa kırılırlarsa, hele bir de gözyaşı dökerlerse bambaşka olurlar. İksirlerinin formülleri değişir.

Onlar, onlar, onlar... Kısaca kadınlar. Meselenin özü binlerce yıl önceye dayansa da hala ortada anlaşılmış bir şey yok. Ortada kuşaktan kuşağa iletilecek bir birikim yok. El yordamıyla bata-çıka bazen de bir gram ışık yokken öğrenmek gerekli her şeyi kadınlar hakkında. Kısacası şarap gurmesi olmak gibi. Binlerce defa şarabı tatmadan, ruhunun tadını anlayamadan gurmesi olunmuyorsa kadınlar için de binlerce defa anlamaya çalışmadan hiçbir şey elde edilemiyor. Bunun için her zaman değerleri çok yüksek. Her zaman mahzenlerde yaşamayı tercih ediyorlar.

Bir de çok narinler. Şarabın oda sıcaklığında olması gerektiği gibi onların da sıcaklıklarını çok iyi ayarlamak gerekli. İyi ayarlanmamış her durumda bambaşka kimliğe bürünebilirler. Şarabın ugun olmayan sıcaklıkta adım adım büyüsünü kaybetmesi gibi kadın da kendisine uymayan her anda farklılaşabilir. Boynunu bükebilir. Değerli bir şarabın daha bir gram tadına bakılmadan çöpe gitmesi nasıl katlanılamazsa kadının da anlaşılamadan, büyüsünü gösteremeden, gizemini anlatamadan göçüp gitmesine kimse katlanamaz.

Şarapların şişeleri dışarıdan bakıldığında tatları hakkında hiçbir bilgi vermez. Hatta şişeye göre bakılsa her şarabın aynı olduğu düşünülebilir ama aslında dünyada birbirinin aynı hiçbir şarap yoktur. Tıpkı birbirinin aynı hiçbir kadının olmadığı gibi. Kadının dıştan görünüşü şarabın üzerindeki etiket gibi temel bilgileri içerir. Temel ama anlamsız bilgiler. Kadınların hepsi aynı diyen erkekler bu bilgileri daha aşamayanlardır. Kısaca şarabın tadına asla ulaşamayacaklar.

Şarap her zaman bünyenin istediği en hazlı içkidir. En karakterlisidir. En estetiğidir. Bu karakteri anlayamayanlar genelde başka içkileri sunarlar şarabın önünde. Aslında onların da ruhlarının yolu şaraptadır. İşin gerçeği kadın şarabın ta kendisidir. Dünya üzerindeki en estetik olandır. Sanatsal tarafı çok güçlüdür. Üstelik bunu istediği zaman belli eder. İstemezse biradan farkı kalmaz. Bakkalda bile karşınıza çıkar. Kadının bira olduğunu sanan bazıları da tek gecede şişeyi bitirebileceklerini düşünür. Zavallılıktır bu. Tek gecede şarabın mayasından bira yapmaktır aslında bütün olan biten.


Grande Uyuyan Güzel’e...

Seninle ama Şimdilik Sensiz ..

Bu yazıyı yazmanın ya da şu anda hemen sayfayı kaydetmeden çıkmanın farklı yansımaları olacak. Eğer bu yazıya devam edersem tümden bir yazımın konusu olduğun için belirtilerini net hatırlayamadığım ama bir yerimde saklı olan adına aşk denen duyguya kaymış olacağım. Eğer çıkıp gidersem de ileride belki de beni daha sarsıcı vuracaksın. O zaman yazı bile yazamaz hale geleceğim. Her seçimin bir kaybediş olduğu gibi ben de neyi kaybetmek istediğimi seçeceğim anlaşılan.

Seni her türlü edebi kavramın içine oturtabilirim aslında. Bakışlarından tutarak seni kahramanlaştırabilirim ya da duruşundaki sakinlik ile dünyayı yavaşlatmandan bahsedebilirim. Bunların hepsini defalarca düşündüm. Daha da önemlisi düşündükçe beğenim de arttı. Bu duygularım bir süre daha devam edecek gibi ama zamanı yakalayamazsak başka bir sakin ruh zamanı durdurduğunda ona karşı da aynı şeyleri hissedebilirim. Ya da başka bir güzelin bakışlarını kahramanlaştırabilirim. Bencil olduğumu düşünme. Sadece artık zamanı yakalanmamış duyguların pek de kalıcı olduğunu düşünmez haldeyim. Zamanı yakalamak derken neyi kast ettiğimi de açıklamam gerekli. Ben senin sakinliğin ile dünyayı yavaşlattığını düşündüğümde senin bunu anlaman önemli. Ya da bakışlarının içinde kaybolurken elimden tutman.

Bu kadar koşullu aşk mı olur deme. Zaten ilk başta da dediğim gibi “aşk denen duygu bu”. Yani hissettiklerimin adını başkasının ağzından koyuyorum. Bunun nedeni de basit aslında. Hatta çok basit. Aşk iki kişiliktir. Tek başıma aşıkmış oyunu oynamak cazip gelmiyor bana. Ama sen kadınsın. Gizemsin. Büyüsün. Bu halimi elinde evirip çevirmesini de bilirsin bana aşık olmadan benim sana sırılsıklam aşık olmamı da sağlarsın. Bundan şüphem yok ama şimdilik değilim işte.

Hani derler ya daha önce gördüğüm kimseye benzemiyordu. Öyle değilsin bir kere. Değersiz misin? Kesinlikle hayır. Ama seni tanrıçalaştırmıyorum zihnimde. Açıkça söylemek gerekirse hayatımın şu an için bir eksiğini kapatabileceğini düşündüğüm için bu kadar hoşlanıyorum. Beğenilerimiz, yaşam biçimlerimiz umrumda değil. Aynı yöne bakabileceğimizi düşünüyorum. Bu da yetiyor açıkçası.

Yazının başında dediğime bakılırsa aşk denen duyguya kaydığımın kanıtı bu yazı. Belki kendimden saklasam da öyle. Şu anda yazının başındaki halime göre senden daha da hoşlanıyorum. Yazıya başladığımda saat 02:40’tı. Şu anda ise 02:57. 17 dakka içinde tek değişen senin uyuduğun zamanın 17 dakika uzamış olması. Benim için ise sadece senin geçtiğin bir yazı yazmış olmam. Bu da sana bencilce gelebilir. Senin yazından bana ne diyebilirsin ama sana bakan göz ben olduğum için şu anda benim terazimde bir değerin var.

Daha önce iki kişi için yazı ve şiir yazmıştım. İkisinde de çok kelimem kaldı. Belki sende de kelimelerim kalacak. Bunları hiç önemsemiyorum şu anda. Başlı başına bana bir yazı yazdıran bir kişi olduğun için mutluluk duyuyorum. Sana yönelmek istiyorum.

Grande Uyuyan Güzel’e...

21 Kasım 2009 Cumartesi

BU GECENİN ŞANSLILARI

Az önce gece yürüyüşünden geldim. Ayın 22’si bugün. Aylardan Kasım. Saat 02:40. Bu günü tarihe düşmek istiyorum çünkü İstanbul bu gece belki de bir çok hayata hayatlarında karşılaşabilecekleri en büyük şansı sundu. Gazetelere bakarsak bu şansı, hayatı felç eden sis olarak nitlendiriyorlar. Türk Hava Yolları’na sorsak eminim şu anda sis yüzünden saçını başını yolan bir sürü takım elbiseli insan vardır. Boğaziçi Köprüsü’ne sorsak eminin en güzel gecelerinden birisini geçirmiştir.
Bu gece İstanbul cömertti. En mahremini sundu tüm aşıklarına. Sis altında nasıl en mahremini sunmuş demeyin. Bu şehir Güneş parladığında güzel olabilecek bir şehir değil. En yağmurlu günün sonunda güzelliğiyle dünayı aydınlatabilecek bir şehir burası. Ya da sisin altında naif güzelliğini biraz olsun gösterecek bir şehir. Güneş’in yalandan ışıklarına hiçbir zaman teslim olmadı bu güzel.
Sisin yoğunlaştığını görünce evden kendimi attım İstanbul sokaklarına. Yürüdüm. Saatler 02:00 bile olsa kimlik kartını sundu İstanbul bana. Bir tarafta kendilerinden daha fahişe dünyada bedenlerini satanlar öbür tarafta cipleriyle sarışınlar. İstanbul ise hepsini kucaklayan dost gibiydi. Konuşmaya başladım İstanbul’la. Soru sormadım.Cevap beklemedim ama sürekli konuştuk. Film gibiydi İstanbul, hem anlatıyordu hem de dinlermiş gibi yapıyordu beni. Belki de dinlemişti de. Aslında İstanbul’la birbirimizi anlama derdimi yoktu ama İstanbul’un da içinde yer aldığı Dünya’yı ne yapıcaktık? Biraz çekiştirdik İstanbul’la beraber. Sonunda gene de dizginledik kendimizi ne de olsa ikimizin de asıl evsahibiydi Dünya.
Gecenin kahramanlarına gelince... Bilenler bilirler. Kahramanlarla aram pek iyi değil. Hatta çoğundan nefret bile ettiğimi söyleyebilirim. Ama bu gecenin kahramanları vardı. Hatta benim yerlerinde olmak istediğim kahramanlar. Gecenin ilk kahramanları hayatlarında ilk defa bu gece sarhoş olanlardı. Alkolün damarlarında düşünce yapılarını kışkırtmasını bu gece yaşayanlar. Zihinlerini yırtmak isteyenler ama nasıl olacağını bulamayanlar. Başka bir ifadeyle hayatın pause tuşuna bu gece basanlar. İkinci kahramanları ilk defa bir kadının elini tutanlardan seçiyorum. O naifliği ilke kez tenlerinde hissedenler. Belki de karşılarındaki ruhun ilk defa ne kadar karmaşık olduğunu anlayanlar. Onların işi biraz daha zor çünkü yarın daha da zor olacak onlar için. O naifliği, gücü ve derinliği hisseden bir insanın hayatı o andan sonra asla aynı olamaz. Günün üçüncü kahramanları ise ikinci kahramanlardan bir adım öteye gidenler. İlk kez bir kadının vücudunun derinliğinde kaybolanlar. O gizemin büyüsünde ilk defa kendi kimliklerini unutanlar. Kendilerine öğretilen hayatın ne kadar eksik olduğunu anlayanlar da denebilir. Gecenin en şanslıları üçüncü grup kahramanlar çünkü dünyanın jakobenliğinin arasında sığınabilecekleri derin ama bir o kadar da kabule hazır ruhların olduğunu anlayanlar. Bu grup üyelerinin hayatları bugün değişti. İkinci büyük değişiklik ise bir kadını ağlattıklarında olacak. O zamana kadar kendi sorgulamarında hepsine başarı diliyorum.
Sis İstanbul’un en güzel elbisesiydi ben de misafiri. Haddimi bildim bütün gece. Sunulandan fazlasını istemedim. Yürürken bu yazıyı yazacağımı ne günün kahramanlarına söyledim ne de İstanbul’a. Belki kızarlar ama bu gecenin tarihe not düşülmesi lazım. Not düşmek bana mı düştü? Tabi ki hayır ama gecenin kahramanları unutabilir onlar yerine yapıyorum bunu.